Follow Us @bedelencu

6 Şubat 2020 Perşembe

Çocukluğumuz titriyordu, Çocuklarımız Titriyordu


Hani uzun ve karanlık bir sokağın en ucundaki evde, gecenin en geç ve gündüze en yakın zaman diliminde, sokağın ve dışarı-sı-nın en ıssız ve köpek havlamalarının en telaşlı ve anlamsızlık işlediği bir anda, karanlık hala karanlık iken, o evde, dışarıya bakan bir pencerenin, çok ta zengin olmayan, varlık bile hissettirmeyecek kadar gözden kaçabilecek perdelerinin arkasından, sadece dışarıya bakmakla, baktığını sanan ve kendi birisini tarif edemediği bir korku, endişe ve belalı bir kayıp etme korkusu ile bekleyen bir KADIN için, gözlerini birer birer çıkarıp, karanlığı bol o sokakta, elektrik direklerine asıp, ta o evin pencere arkalarına kadar aydınlatma duygusu.

Nasıl bir yerden çıkıp geliyor, geldi bilmem ama bu duygu neden bir kaç zamandır beni dert sahibi ediyor. Bilmiyorum Bir zamanlar da bütün boyutlarıyla uçsuz bucaksız bir bozkırda ve gene aynı ağırlıkta bir karanlıkta ve aynı tonda bir aydınlıkta, henüz ne güneşin ne de Ay'ın renk alıp vermediği bir atmosferde, kayıp olmuş ve gerçekten de sahibi tarafından aranan, beklenen bir inek için, yol bulma duygusu meşgul ediyordu beni. Kesişen bu iki inceliğin güzergâhı, aynı mı acep? Diye kendi kendime sorup dururken, gözlerimin önünde masmavi bir ip gibi, çocukluğumun çok arkadan gelen istemleri ve korkuları dizilmeye başladı...

Hayat bir türlü meşrutiyet kazanamıyordu sıra sıra dizildiğimiz mekânlarda. Aile efradı birbiriyle, aile okul ile mahalle şehir ile millet devlet ile bir türlü düzgün görünecek bir sıra da değillerdi.
‘’Çocukluğumuz titriyordu, çocuklarımız titriyordu,’’ annelerimiz ağlarken bile babalarımız bağırıyordu; hiç bir şeyimiz aslında mavi bir ip gibi değildi de !! Neyse dediğimiz öyle çok cümle başları vardı ki, kayıp olmamak gibi bir lüksümüz olamazdı.

Her korku veren şey o kadar çok sürüyordu ki; okul ve ev, mahalle ve şehir arası bitmez, tüketen bir mesafeydi. Kendi ellerimizle bize nar ağaçlarından toplatılan çubuklarla, öğretmenlerimizin bir araya bile getiremediğimiz parmaklarımızın uçlarına vurdukları her vuruş, bizi ve çocukluğumuzu beyinlerimizin arka tarlalarına birer birer koşturuyordu.

Korkularımız işte o, bu karanlık ve up uzun sokakların en uzak ucundaki o ıssız evde bekleyen umutsuz kadınlara götüren duygularımızın atıldığı tohumlardı. Devletimiz hem vardı hem de yoktu çocukluğumuz için. Nar ağaçları dikilirken bahçelere, olmayan devlet, nar dallarını kırdırıp kırdırıp parmak uçlarımızla yaptırdığı deste deste, korkudan köklerine kadar kesilmiş tırnaklarımızı kanatıncaya kadar vururdu.

Sonrası başka bir bela gibiydi zaten; bir çocukluk düşünüyorduk ve ağlamamalıydık. Nerede hangi dilden ağlayacağımızı unuttuğumuz anlar da olurdu ve "oy bavo oy daye" diye ağlamanın ne kadar da uzun yıllar süreceğini sanki o zamanlardan biliyormuş gibiydik…"Oy bavo oy daye" nasıl da beyinlerimizin karanlık odalarında mayalanmış korkularımızı sürüp sürüp gitmektedir...


Yazan: Remzi Tanrıverdi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder