16 Temmuz 2024 Salı
7 Şubat 2024 Çarşamba
Gölgelenmiş Bir Talih (Amerika’ya Göç)
Yunus Emre der ki: "Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti".
Bu iki kapılı Han’a gelmiş,
penceresinden bakmış ve gitmiş.
Zamanı, ismi, sanı, belli zatı
muhteremleri anlatacağım, kelimelerim döndüğünce ifade edeceğim, rasgele
diyerek.
Yazıma konu olan hayat
hikâyesi; insan yaşamı da zaten bir hikâye, masal veya roman gibi değil midir?
Bahse konu olan hayatlar, güzel ülkemizin
doğu bölgesinde geçmiştir.
Yıl: 1907 ve öncesi Türkiye o dönemlerde
Osmanlı ülkesi ve onun iradesi altında yönetiliyordu.
Osmanlı o dönemlerde ekonomik
ve siyasi zorluklarla boğuşmaktaydı.
Dolayısıyla ilk göç eden
topluluk açısından ABD'ye göçün ana nedeni ekonomidir. (1)
Milliyetçilik hareketleri dünyada
milletlerin uyanışına neden olmuştu savaşlar, göçler tehcirler, mübadele
konuşuluyordu.
Dünyada ve ülkede oluşan bu çalkantılı
gündemler değil şehirlere, köylere dahi sıçramıştı.
Ailesi tarafından sevilip, sayıldığı
için; “Keko” (ağabey) diye çağrılırdı.
Dinamik, heyecan dolu, yakışıklı bir
gençti. Uzun boylu, zayıf. Turuncu saçları, bıyıkları ve sakalı vardı.
27 yaşında ki bu genç adam bekârdı ve
derinden derine amcasının kızı Nuriye’yi seviyordu.
Köyde yaşıyordu, hayvancılık yapıp, çiftçilik ile uğraşıyordu.
İlerki yıllarda köye değirmen yapıp, degirmencilikle uğraşmıştır. Çevre köylerde yaşayanlar onun değirmenine bugdaylarini getirip un yapmışlardır.
Yaşadığı evde askere, seferberliğe Yemen’e
gidip orada şehit olan ve cenazesini dahi göremedikleri abisinin ( Mehmet ”in) eşi,
Yengesi Havva (daye buk), kız kardeşi Sultan ( Sitte), annesi Emine (amoj–u Em)
ile beraber yaşıyorlardı.
Keko’nun babası İsmail ise o daha
çocukken ölmüştü.
Savaşlar; seferberlikler, yoksulluk
ile gecen o günler askere, seferberliğe katılan erkeklerin çoğu dönemedikleri
için erkek nüfusu çok azalmıştı. Çocuklar babasız, esler dul, anneler, babalar
evlatsız kalmışlardı. Hatta öyle anlatılır ki etrafta kalan erkek çocukları büyüyünce
yaşlı bazı kadınlar onlar ile evlendiriliyordu.
Bu çalkantılı zor günlerde, bundan
100 yıl önce Harput’tan, Palu’dan (Elâzığ) “Fırsatlar ülkesi” olan Amerika’ya bir göç başlamıştı.
Endüstri ve sanayisi gelişmiş Amerika’nın
seri üretime geçiş süreci büyük bir işçi nüfusuna gereksinimi de ortaya
çıkarmıştı.
Yıl 1906- öncesi ve sonrası bahse konu
olan Keko”da “Amerikan rüyası” yolculuğuna talip olanlardandı.
Müracaat için gerekli işlemleri tamamlayan
Keko, günü geldiğinde gemi ile Amerika için yola koyuldu.
Cebinde 20 dolar parası, elinde küçük
bir çanta ile Trabzon, Samsun,
İzmir, Mersin limanlarında bulunan gemiler vasıtasıyla bulundukları Anadolu köy
ve kasabalarından kendisi gibi yüzlerce kişi ile Marsilya üzerinden ABD’ye göç etmek üzere
gemiye bindi. (2)
Hayatında deniz görmeyen
Keko okyanuslar aşarak, Uzun bir gemi yolculuğu sonunda Ellis (New
York şehrinin Hudson Nehri ağzında yer alan bir adadır. Ellis Adası, 1 Ocak 1892 ile 12 Kasım 1954 tarihleri arasında, New York'a
gelen yeni göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet vermiştir.)
birlikte göç ettiği Ermeni, Süryani, Rum, Türk, Kürt arkadaşları ile Adasına ulaştılar.
New York’un bir kaç
kilometre uzağındaki Ellis Adası’nda sağlık muayenesinden gecen tüm göçmenler
gibi Keko da muayene oldu ve göçmenliğe kabul edildi.
Dolayısıyla Keko da Amerika’nın New York kentinde Deri, ayakkabı, tekstil, tel, otomobil Fabrikalarından
birinde çalışmaya başlar.
Resmi kayıtlarda 1907 yılında
Amerika’ya ulasan Keko 27 yaşındadır.
Vatan ve aile hasreti ağır
basan Keko, 7 veya 9 yıl kaldıktan sonra memleketine geri “köyüne” döner.
İngilizce konuşmayı öğrenmiş
olan Keko, Köyüne döndükten sonra Amerika’da gördüğü yüksek binaları, araçları,
farklı teknolojileri anlatınca koy ahalisi inanamamıştır.
Hatta onun abarttığını ve belki
de hava atiğini bile düşünmüşlerdir.
Köyüne döndüğünde annesi ve şehit
abisi Mehmet’in eşi yengesi Havva vardır. Yengesi Havva eşinin ölümünden sonra
evlenmek istemişse de kayınvalide Emine, gelinini çok sevdiği için gelininin
evlenmesine izin vermemiştir.
Oğlu keko Amerika’dan dönünce
annesi ona, yengesi Havva ile evlenmesini teklif ve hatta ısrar eder.
Keko bu teklife önce kızarak
tepki verir, hayır der.
Annesinin ısrarı ve yengesi Havva ya sahip çıkmak niyetiyle yengesi ile evlenmeyi
İkinci bir evliliği kendi
istediği biriyle yapmak şartıyla kabul eder.
Annesi ve talihine boyun
eğmiş yengesi de bu şartı kabul eder.
Keko yengesi Havva ile aile
içinde “daye buk” olarak adlandırılan rahmetli
abisinin eşi ile evlenirler.
Sonra keko amcasının sevdiği
kızı Nuriye ile bir kaç kez konuşmak, meramını anlatmak istese de, Nuriye keko”nun
bu teklifine sıcak bakmaz. Keko’nun evli olması bu reddedişte asil nedendir.
Ve Keko bütün olup bitenlere
rağmen planlar yaparak Nuriye yi kaçırmaya yeltenir.
Nuriye gitmek istemez. Keko Nuriye’yi
sırtına almıştır Nuriye o anda bulduğu bir ağaca sarılır ve asla gelmeyeceğini
söyler.
Keko daha fazla diretmez ve bırakır
Nuriye’yi.
Ve günler sonra annesini alır,
birlikte amcası Mustafa’nın kızı Nuriye’yi istemeye giderler. Nuriye’nin babası
yüklü miktarda başlık parası ister.
Keko Amerika 9 yıl boyunca çalışarak
kazandığı yüklü miktarda para ve altını, çok sevdiği Nuriye’ye kavuşmak için başlık
olarak vermeyi kabul eder.
Derler ki; keko nun
getirdiği altınlar ile Harput (Elâzığ) a bağlı bir köyü satın alabilecek iken,
o bütün altınlarını sevdiği Nuriye’nin babasına başlık parası olarak vermeyi
tercih etmiştir.
Ve Nuriye ile keko
evlenirler kıskanılacak kadar büyük bir aşk yasarlar.
Keko’nun rahmetli abisinin
esi Havva’dan beş, Nuriye’den ise altı çocuğu olur. Oğullarından biri olan
İsrafil babası ile çok çatışır, babası oğluna; gidisin olsun gelişin olmasın
diye beddua eder.
İstanbul’a askerliğe giden
İsrafil askerde ağır derecede hastalanarak vefat eder. Cenazesi İstanbul’da
gömülür.
Kızlarından Zülfi’ye ise
henüz 16 yaşında iken ağır bir hastalığa yakalanır, Harput’ta yatırıldığı hastanede
ölür. Cenazesi ulaşım zorluğundan köyüne götürülemez; şehrin mezarlığına
gömülür.
Tifo o dönem, büyük bir salgın
(endemik) olarak ülkeyi etkilemektedir, bu hastalıktan Nasibini alan biri de
Keko ve ilk esi Havva'dır. Tifo mikrobunu kapan Keko ve ondan 15 gün sonrada Havva terki diyar eder, bu
dünyadan göçerler.
Nuriye ölünceye kadar
anlatır durur. Başından geçenleri, Keko ile yaşadıkları Aşkı, sevgiyi Onun için
tüm servetini nasıl harcadığını.
Amerika’da kalıp dünyasını
dönüştürüp, ilerletmek yâda Amerika’dan getirdiği servet ile daha konforlu,
zengin bir hayat kurma imkânı varken o bir kadın uğruna harcadı tüm servetini.
Daha sonraki yıllarında hayatını
ilçede duvar ustalığı yaparak kazanmıştı Keko.
Keko vizyon (geniş görüşlü)
sahibi biri değildi.
Yaşadığı köyün sınırları
içinde kalmayı tercih etmiş bir aşk adamı idi.
Kaderleri birbirine bağlanmış,
talihleri gölgede kalan bu üç can.
Ömürleri boyunca yaşadıkları
köyde; Selvi, meşe, badem, dardağan ağaçlarının gölgesinde muhteşem bir manzara
ve atmosferde koyun koyuna uyumaktadırlar.
Ölüm bir sır değil mi dir?
Ne olduğunu kimsenin
bilmediği, her ölenin sırra kadem bastığı.
Keko ve Nuriye’nin evliliği,
sevgileri, aşkları. Her ne denirse artık, bencilce bulunur ve çok eleştirilir.
Oysaki ne Havva, ne Keko, ne
de Nuriye suçludur.
Bu gölgelenmiş Talihlerinde!
Ve denilir ki;
"Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar."
Kaynak: https://www.abdpost.com/turklerin-amerika-ya-goc-tarihi/40485/
26 Ocak 2024 Cuma
Yazar- sair Hicran Aslan ile Röportaj
Hazırlayan: Tuba Çiçek
Hicran Aslan: Şiirin Kadın soluğu…
“O, poşu değil artık kimlik,” diyor “Zamanlar
arasında” İsimli şiirinde Hicran Aslan. O artık poşu değil bir
kimliktir, insanı en fazla ne yaralarsa oradan başlarmış yazmaya, okuyunca
anlıyor ki insan her insanın yasadığı coğrafya ve ortamda yaşanan mutluluklar,
mutsuzluklar, kültür, inanç, trajedi, zulüm, sevgi hepsi şairin kaleminden dökülür
sayfalara tıpkı şair Hicran Aslan gibi. O da kendisini etkileyen, mutlu kılan,
yaralayan, travmaya dönüşen yasam anılarını ve toplumsal hareketleri şiirlerine
yansıtmış ipil ipil.
Şiire kadın soluğu, Şair, kadın, Kürt, eğitimci…
Şiir sanki erkeğin mekânıdır ya da ben öyle zannediyorum.
Okuduğum şairlerin çoğu erkek olduğu içindir belki de. Örneğin; Necip Fazıl
Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Atilla ilhan, İsmet özel, Cemal Süreyya, Yahya
Kemal Beyatlı, Ahmet Arif, Cahit Sıtkı Tarancı, Sezai Karakoç bunlardan sadece
birkaçı.
Kürt toplumunda; erkek şair bile çok az iken şairin kadın
olması şaşırttı. Kürt ve kadın olunca bir şair; ne hisseder, ne yazar, onu en
fazla ne etkiler sorular sorarak tanımaya ve tanıtmaya gayret edildi...
Elbette gözleri neye şahit oldu ise, kulakları neyi duydu
ise ve ne hissederse onu döker sayfalara şairler ve de yazarlar. Hicran
Aslan’da öyle yapmış. Yaşadığı şehir, şehrin bulunduğu bölge, o bölge de
yaşanan kavga, kargaşa onu derinden etkilemiş olmalı ki O da o bölgede doğmuş,
duyarlılığı yüksek olan her birey gibi yaşadığı şehirdeki trajediyi şiirlerine
yansıtmış.
Sadece toplumsal trajedileri değil elbette çocukluğunu,
aileyi, anneyi, geçmişi insanın yaşam süreçleri ve serüvenini... Bu kısa
değerlendirmenin ardından sorularımız ile devam edelim söyleşimize
-Hicran Hanim, Şiir sizin için ne ifade ediyor? Şiir,
edebiyat sizin için bir yasam felsefesi mi?
Şiir benim için tepeden
tırnağa bir toplam olarak bir yaşama biçimi. Hayatın her alanına, seçimlerine,
bir arada, aurana şekil veren akışkan bir şeydir. Hep söylediğim gibi ermek ile
delirmek arasındaki çizgide beni dengede tutuyor. Yaralarımı iyileştiriyor,
arındırıyor. Bu yaşta bile çocuk gibi oyun oynayabileceğim bir alan.
Kaçamadığım hayatta başka
boyutlara gidip gelebilmemi sağlıyor. Görünmez bir yol gibi. Sevgili Neslihan
Yalman'ın bir söyleşisinde dediğim gibi; Özen göstermenin dokunulanın yüzeyinde
çıkardığı enerjidir şiir. Yani deriyi tene, eti tutkuya, seksi sevişmeye
dönüştüren arzu ne ise sözcükleri şiire dönüştüren de odur.
Yanılmıyorsam dört
yaşlarındayken bir gece sabaha karşı dedemlerin kapısının şiddetle çalındığını,
havanın soğuk ve sabaha karşı olduğunu, askerlerin içeri doluştuğunu yanlarında
getirdikleri bir gencin onları arka bahçeye götürdüğünü, orada toprağın
kazıldığını ve içinden bir torba çıkarıldığını hayal meyal hatırlıyorum.
Soğuktan ve korkudan orada buz kestiğimizi ve torba
açıldığında içinden kitaplar çıkarıldığını gördüm. O görüntü hiç aklımdan
gitmedi. Yazmak, kitaplar korku elementleri gibi geldi. Sonra annemin ve birçok
kadının kendileri için yapılan muskaları suda yazıların dağılmasını
beklemelerini izledim. O kâğıdın toprağa gömülmesini, mürekkebin dağıldığı
suyun bile evde herhangi bir yere değil toprağa döküldüğünü hatırlıyorum. Yani
aslında daha çok küçükken bile yazmak benim için büyülü bir şeydi. Korkulan,
değiştiren bir şey.
Sonrası zaten doksanlı yıllar kitapların okunur okunmaz
sobalarda yakıldığı yıllar. Belki gerçekten “Fahrenheit” romanındaki
gibi yürüyen bir kitap olmak hayali benimki. Sadece kâğıda, kalemle değil
hayatına değdiğin herkesi kulak kuyusuna, hayatını değiştirecek gizli bir bilgi
bağırmak gibi.
-Aileniz, yakınlarınız sizin sair, yazar, edebiyatçı
olma yolundaki yolculuğunuzda size destek oldular mı? Onların şiirleriniz
üzerindeki etkilerinden bahseder misiniz?
Hayatıma giren herkesin,
gözümün değdiği her şeyin bütün detayların, bütün kılcal, mikroskobik açıların
şiirlerim üzerinde büyük etkileri vardır. Ailem de yakınlarım da aslında sanata
çok uzak değiller abartılmıyor bizde bir şeyler yazıp çiziyor olmak. Bu yüzden
çok ilgili değiller. Ne yazdığımdan bile haberleri yoktur bazılarının. Tabi ki
bana destek oldukları için bu şiirime de destek olmaktır bir yerde. Zaten aile
konusunda çok şanslıyım çünkü mevcut aile yapısının çok üstünde bir ailem var.
Yakın çevrem arkadaşlarım her zaman büyük destek olmuştur.
-Şiirlerinizi temellendiren unsurlar nelerdir?
Kadın, Kürt, Anne ve hepsini
barındıran ama tüm bunların çok üstünde Hicran'ı Hicran yapan her şey şiirimi
temellendirir. Doğa sporlarına düşkünlüğüm, farklı sanat alanları ile pratikte
ilgilenme ve üretme şansı yakalamam ve her şey. Yolda karşılaştığım bir kedi,
bir çöp parçası, bir poşet parçası, bir afiş tabela her şey her şey.
Sadece deli gibi kitap
okumam, hayatı da okumayı severim. Bir nesne gibi, duvar gibi oluyorum bazen
sadece izleyen bir çift göz. Dokunulan tepkisiz durağan o zaman hız başka bir
anlam giyiniyor. Yaşanan olaylardan yola çıkıyorum her zaman, başlangıç noktam
hep gerçekten olmuş yaşanmış şeyler. Ama o gerçeği sözün harfin dizilimin ve
ritmin içinde yoğuruyorum. Çok entelektüel ögelerde çok günlük sade dizelerde
iç içe yürüyor.
-İlk kitabınızı ne zaman çıkardınız? Kitap çıkarma gibi
bir hayaliniz var mıydı?
İlk kitabım 2010 yılında bir
internet sitesi olan “yeni perspektif” sitesinde yazdığım yazılardan oluşan "Sandık Tozu" isimli
kitabımdı. Doğrusu kitap çıkartmak hiç aklımda yoktu. O dönem yerel ulusal
uluslararası birçok gazete dergi ve internet sitesinde düzenli yazıyordum. Ava
yayınları yayın yönetmeni “Roni War'ın” önerisiyle çıkardım kitabı.
Daha sonra altı yıl sadece yazdım. Evde ve kendime yazdım.
Sonra Sur Cizre olayları, patlayan bombalar, özel hayatımdaki sorunlar kendimi
ihmallerime bir çığlık gibi apar topar dosyayı doğru dürüst toparlamadan Sesimi
yuttum önce ve “Esmere şiir”
kitaplarını aynı anda çıkardım. “Esmere
Kürtçeydi” ve o dönemde Artuklu Üniversitesinde yüksek lisans yapıyor
olmanın etkisiyle yazdığım şiirlerden oluşuyordu.
2018 de “Dışarısı
Mağara Kaç” daha sakin kafayla
dosya hazırlamanın bilinciyle çıkardığım bir kitap oldu. 2019'da çağdaş Sanat
Eserlerine şiir-yorum olarak yazdığım “İp
Cambazı” 2020 yılında sağlık sorunlarım tedaviler özel hayatımdaki
çalkantıları kaleme aldığım bir nehir şiir olan “Tanrı Beni Dansa Kaldırdı” 2022 de ise çocukluk ve ilk gençlik
yıllarımı anlattığım Oto portre-”Annemin
mırıldandığı Şarkı” çıktı. Yakın bir zamanda toplu şiirlerim kitaplaşacak.
-Şair kimliğiniz yanında Kürt, kadın, eğitimci
kimliğiniz ve diğer yönlerinizden kısaca bahseder misiniz?
Kürt, kadın ve hatta
eğitimci olmam benim çabamla tercihimle değil; içinde olmuş bulunduğum şeyler.
Elbette benim ben olmam konusunda çok büyük payları olan, politik, sıyrılmak
istesen sıyrılamadığın şeyler, Kendiliğinden politikleştiriyor seni, bir taraf
yapıyor, tanımlıyor. Tanımlarken geriye kalan bütün uzamını koparıyor bazen.
Duyarlılıkların, tercihlerin üzerinde büyük tesirler
yapıyor. Diğer yönlerim; detaylar çok ilgimi çeker benim. Mesela bir olayın ana
karakterleri hafızamda kaybolurken -hatta yaşandığı anda bile olanı biteni
kavrama konusunda eksikliklerim var. Ama o anda ki bütün nesneler renkler
küçücük bir ayrıntı bir deyim bir ses tonu bütün canlılığıyla kalır.
Sanat her zaman çok ilgimi çeken beni rahatlatan, esneten
olmazsa olmaz bir şey oldu. Yaşadığımız hayat çok çok sert olduğu için belki
kendimi bildim bileli sanata sığındım. Unutmak hatırlamak iyileşmek büyük resmi
algılayabilmek açısından hep yol gösterdi bana.
Bu yüzden pek çok alanla ilgilendim. Tiyatro sinema müzik
resim en nihayetinde asla vazgeçmeyeceğim yazmak. Hepsi kendini birbirine
devredip zenginleştiriyor. Ve elbette şiirime de çok katmanlı bir yapı
yaratıyor.
-Yazma ritüellerinizden bahseder misiniz? Şiiri ve
Yazıyı hangi ortamlarda, mekânlarda nasıl müziklerle yazmayı tercih
ediyorsunuz?
En büyük ritüelim yazmayı
yaşamaya dönüştürmek. Okuduğum izlediğim karşılaştığım dinlediğim her şeye dair
notlar tutarım. Özellikle bir konuya odaklı yazacaksam o konuyu beynimde
önceliğe alır ona dair okur onun gözüyle bakmaya çalışır yakınlaşıp
uzaklaşırım.
Kitap değerlendirme yazıları yazacaksam yazı yazdığım
masaya o kitabı alırım ve mutlaka masada oturarak notlar alarak ek okumalar
yapmam gerekenleri de masaya ekleyerek çalışırım. Yani okuma yazma masama
gelmişse bir kitap o benim için üzerine çalışılacak bir şeydir.
Her odada o ruh haline uygun kitaplar bulundururum not kâğıtları
bazı kitapların üzerine yazarım onları haritaya çeviririm neredeyse. Tüm
hazırlıklardan sonra yazmaya oturunca müzik dinlerim aynı şarkıyı yazıya son
noktayı koyana kadar devam eder. Genelde yazdıklarımla ve yapımla alakasız
müzikler olur bunlar. Sözlü olması şarttır. Normal zamanlarda çocuklar da
müzikle uğraştıkları için piyano müzikleri, spor yapmak için hareketli pop
şarkılar. Kızım için Kürtçe Zaza'ca şarkılar dinlerim.
-Yazmak sizin için hayat boyu sürecek bir serüvenimdir?
Yazmayı bırakmayı düşündüğünüz zamanlar oldu mu? Şiir veya yazılarınızı kimse
okumasa bile yazar mıydınız?
Hayat boyu yazarak olmasa
harflere kâğıda dökülmese bile yazmaya devam edeceğim. Çünkü her şey sözle
yazılmaz. Hayatınız yazmanın kendisine dönüşüyor zaten. Hiçbir zaman yazmayı
bırakmayı düşünmedim. Tam tersine yazıyı güçlendirmek için hiç durmadan kendimi
yenilemeyi donatmayı başka ifade olanakları yaratmak için birçok disiplinden
yardım almayı kendime şiar edindim.
Kesinlikle evet. Hatta
kendim bile okumasam yazardım. Dünyada olup bitenlerle başa çıkabilmemin
kendimi iyileştirme, sağaltma hatta şımartma için yazarım. Yazı benim için
olmazsa olmaz.
Eğitimci Yazar “Seçil Duyan” ile “Bulutlaralti Caddesi” romanı üzerine bir Söyleşi
Röportaj Hazırlayan: Tuba Çiçek
Eğitimci Yazar “Seçil Duyan” ile “Bulutlaralti
Caddesi” romanı üzerine bir Söyleşi
“Daha önce ayak basılmamış, insan eli değmemiş bir coğrafya gibi benzersiz, nesli tükenmemiş bitkilerin baygınlık veren kokusu gibi basımı donduruyorsun ve hayvanların henüz soykırıma uğramadığı, özgürce doludizgin koşturduğu koşumsuz o mavi atsın sen.
Ne güzeldir kim bilir, uçarcasına koşabilmek, hesapsız atlamak tüm engellerden ve ay işliğinin altında tüm yıldızlar suya düşmüşken sen pervasızca girersin o gole, suda yıldızlar ve o dolunay ve sen. Bende sadece görebiliyorum seni. Frida’ nin tablosunda ki çorak toprağım, çatlamış, renksiz, kuru… Sen “ Borchert Manifestosu ” gibi süssüz, keskin bir ok olup kalbimden vuruyorsun beni.
İnsanla olan tüm kavgan ve insana ait olan tüm kavgan yine insanlar için iken
her hâlükârda galip geliyor ve bayrağı çekiyorsun göndere…”
Diye not düşülmüş, “Bulutlaralti Caddesi” romanının arka
kapağına.
Okumayı ilke edinmiş kişilerin çoğu dikkat
etmişlerdir. yazarların; roman, hikâye, şiir, köşe yazıları vs çoğu içinde
bulundukları aile, kültür, şehir, toplum veya ülkeden etkilenerek, beslenerek yazmışlardır.
Yazmak biraz da etkisinde kalınan psikolojik yaşantılar, toplumsal olaylardır
aslında.
Bu anlamda “İbn Haldun’ a göre insan, doğuştan her türlü iyi ve kötü eğilimlere meyyal
bir tabiata sahiptir. İnsanın fizyolojik ve psikolojik farklılığında fiziksel
çevre ve iklim de etkilidir”.
“Bulutlaralti Caddesi” romanını okurken
Asim, Selahattin, Sevda, Asli, Fidan hanim, Eşref ve diğer roman kahramanları
tanıdık, aşina olduğumuz simalar ve İnsan hayatinin izdüşümünün resimleri
gibiler.
“Külüstür sokak”, ta “hijyenik pezevenk
Eşrefi takip eden Asim gibi arada marjinal sıfatlar ve vakıalarda romanın tadı
tuzu gibidir aslında.
Bu kısa
değerlendirmenin ardından sorular ile söyleşimize devam edelim.
-Öncelikle kendinizden bahseder misiniz, Seçil Duyan kimdir?
Genelde kim olduğum sorusu
sorulduğunda bocalarım. Değişkenlik söz konusu. İnsan doğduğu andan itibaren
fikir ve merak ile büyütüldüğünden dallanıp budaklanıyor. Hem düşünsel hem de
duygusal olarak gelişiyorsun bir ağaç gibi. Fakat bazen ağaçlar da hastalanır.
Meyve veremez, kurur, kireçlerler. İşte insan bazen kendine yapar bunu.
Beğenmez meyvesini, tatsız tuzsuzdur. Bir ormanda, tüm ağaçların arasında
kendini tedavi etmeye çalışan bir ağaç. Diğer yandan basmakalıplık iyidir
diyelim. En iyi yaptığımız şeydir kolaya kaçmak çünkü. İki çocuk annesiyim.
Öğretmenim.
-Yazmaya merakınız nasıl başladı ve sizin için ne ifade ediyor?
Aslında yazmaya ortaokul
sıralarında başladım. Arada yazıp atıyordum. Az önce bahsettiğim değişkenlik
mevzusu. Yazdıklarımı daha sonra okuduğumda hoşuma gitmiyordu, ya eksikti ya da
fazla. İşin içinden çıkamayınca öteledim yazmayı. Yıllar süren bir tembellik
hali müzminleşti. Bu yüzden yaşam felsefesi diyemeyeceğim. En doğrusu iç ses
diyelim. Okuduklarını ve gözlemlerini harmanlayıp sana fısıldıyor. Hayal gücün
ile başka hayatların, hikâyelerin mimarı oluyorsun.
-Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Aileniz, yakınlarınız yazar olma
yolculuğunuzda size destek oldular mı?
Ailemin desteği çok önemliydi.
Ama önce insanın kendini hazır hissetmesi çok mühim. Yolculuğum Bulutlaraltı
Caddesi romanımla başladı. Kolay değildi. Vip olarak yolculuk yapmaktan ziyade
bir atın sırtında belki günler hatta yıllar süren bir yolculuk. Gündüz gözüyle
gitsen de gece gözlerini yumduğunda da o atın sırtındasın. Romanımı yazarken
yaşadım diyebilirim. Kahramanlarım ete kemiğe büründü. Özellikle yan
karakterlerde çevremden etkilendiğimi söyleyebilirim.
-İlk kitabınız (Bulutlaraltı Caddesi) ne zaman çıktı; böyle bir
hayaliniz var mıydı?
Çiçeği burnunda bir yazarım. Ocak
(2023) ayında basıldı. Yazma aşamasında pek düşündüm diyemem. Sadece bitirmeye
odaklıydım. Bittiğinde bir süre bekledi beş altı ay kadar. Sonra bunu
bilgisayar ortamına aktarıp düzeltmelerimi yapmam da iki yıla yakın sürdü.
-Yazar kimliğiniz yanında kadın, eğitimci kimliğiniz ve diğer
yönlerinizden kısaca bahseder misiniz?
Fazla kategorize etmiyorum, iç
içe geçiyor zamanla hepsi. Düşünce ve hareket kabiliyetimi sınırlıyor bazen.
Her kadın ve eğitimci gibi zorluklarla karşılaştığımda içe dönmeyi
başarabiliyorsam mutlu sayıyorum kendimi, yoksa basmakalıplık cenderesinde
ezilirim.
-Yazma ritüellerinizden bahseder misiniz? Hangi mekânlarda; nasıl
yazmayı tercih ediyorsunuz?
Evde yazamam mesela. Dışarı çıkıp
kalabalıkların arasında kaybolmak hoşuma gidiyor. Kulaklığı taktığım anda
ilişiğim kesiliyor. Bir çalma listem vardı. İç sesimi duymak için klasik Batı
müziği, Farsça ve Kürtçe şarkılar tercih ediyordum.
-Yazmak sizin için hayat boyu sürecek bir serüven midir? Yazmayı
bırakmayı düşündüğünüz zamanlar oldu mu?
Hayat boyu olmasını isterim
tabii. Daha önce dediğim gibi, hikâyeyi bir süre sonra yaşamaya başlıyorsun
başka bedenler, başka zihinler bir nevi reenkarnasyon. Zihninde yarattığın
sokaklarda yürüyorsun, bir zeytin dalına uzanıyorsun. Tabii bunlar romantik
anlar; bazen de yumruk yumruğa dövüşüp bitkin düşüyorsun, dizlerinin üstüne
düşüyorsun. İşte o sırada ayağa kalkmak bambaşka bir haz veriyor.
-Konularınızı nasıl seçiyorsunuz? Konu seçimi hayali mi, kurgu mu
yoksa karşılaştığınız olaylardan mı etkilenip yazıyorsunuz?
Öncelikle buradan Gani Türk’e
selam yollamak istiyorum. Son kitabı “Yazmak ve Bilinç Akışı” kitabı yayımlandı
yakın zamanda. Baskıdan çıkar çıkmaz okudum tabii. Yazmayı düşünen gençlere
mutlaka tavsiye ederim. Ben onu okuyunca romanımı bilinç akışıyla yazdığımı
fark ettim. Romanım tamamen kurgusal. Bazı yan karakterlerde esinlendiğim
karakterler oldu.
-İnsanların çoğu “Hayatımı yazsam roman olur.” der. Siz hiç böyle
düşündünüz mü? Romanınızda kendi yaşantınızdan esintiler var mı?
Evet, çok duyarız. Hikâyelerini
dinlediğimizde de hak veririz. Hatta yazılsa kimse inanmaz gerçek olduğuna,
öyle hikâyeler var. Çok etkilendiğim oluyor dinlediğimde ama ben yazamam
sanırım. Tıkanırım. Gerçeğe bağlı kalmak adına zorlanırım diye düşünüyorum.
İster kurgusal ister yaşanmış olsun okuyucu kendini romanın içine
koyabiliyorsa, oradaki kahramanla bağ kurabiliyorsa o hikâye artık gerçektir.
Ben cümlelerin sonuna nokta koydum.
-Sizce herkes kitap yazabilir mi, yazmak yetenek midir?
Herkes yazabilir. Hatta herkes
her şeyi yapabilir. Sonunda ortaya çıkan ürün önemli. Yetenek konusuna gelirsek
bence yetenek. Eğer yetenek olmasaydı sanatın dalları içinde yer alamazdı
Paylaşımlarınız için Teşekkürler.
12 Mayıs 2023 Cuma
Dr. Ali Şeriati
derki:
“İnsan kendisini bu toprağın üzerinde ve bu
zindanı gökyüzünün altında yalnız ve yabancı görüyor. Bu evin kendi evi
olmadığını biliyor.’’
2009 yılı Almanya
trendeyim, çoğu kişi hayatin varlığını sorgular. Ben de bazen bu derya ”ya
dalarım su an öyle anlardan birindeyim.
Devam edelim
varoluşu düşünüp, tartışmaya…
Hayat biz
insanlara verilen armağan midir? Yoksa bir ceza mı?
Hayat; biz
insanlara verilen nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmediğimiz iki uçlu
(karanlık) bir serüven.
Bize verilen
bu serüveni kim verdi?
Birçok kişi
bu soruyu okuyunca bir yaratıcıya inanıyor ise kendi dilinden; Allah, Tanrı,
Huda, Rab, God der muhtemelen.
Madem Allah Kâinatı;
insanları, dünyayı yarattı, neden kelimeler dışında ona ulaşamıyor, konuşamıyor
ve dokunamıyoruz?
Kendimizce
anlamlar yükleyerek yasamaya çabalıyoruz.
Yaşamı, ölüm
gibi bir gerçekliği telakki edersek karşımıza birçok düşünce çıkar mesela;
“ebedi uykunun” (ölüm) varlığını düşünerek
dünya yaşamına çok bağlanamayız. Diğer taraftan ise ebedi uykuyu düşünerek
kendimizce bir şeyleri elde edememiş olarak yakınırız, bu yakınma durumu
kişilerde anksiyete (endişe, kaygı, korku) ye sebep olur.
O nedenle
hayat zor ve kısa metrajlı bir zanaat, tabi anlayana. Önce farkındalık kazanıyoruz
çocuğuz, sonra birey olduğumuzun farkına varıyoruz. Birey olmak; ayaklarının
üzerinde desteksiz durmayı, bağımsız düşünmeyi gerektiren zorlu bir süreç.
Aile
kültürümüz, sosyal çevremiz, kişiliğimiz ve hatta İçinde bulunduğumuz toplumun
hali pür melali de bizim hayat güzergâhında hangi yola sapacağımızı gösteren
bir pusula gibidir.
Tabi bireyin
dışlandığı bir toplumda mecburen “Ben”i bırakıp biz oluyoruz. Tıpkı
bireyselleşmiş bir toplumda “Biz” in devre dişi kaldığı gibi.
Sonra zaman
eskitiyor insanları, tıpkı eşyalar gibi; olgunlaşıyoruz. Merdivenin son basamağında
yaşlılık var, bir sure sonra dünyaya veda etme zamanımız gelmiş, kapıya dayanmıştır.
Bu minvalde,
Bab”Aziz / filminden kısa bir diyalog ile doğum, yasam ve ölüme dair devam
edelim.
“ölüm sonsuzlukta düğünümüzdür!”
“Hassan…
Seni bekliyordum.”
“Beni mi
bekliyordun?”
“Ölümüme
şahit olman için.”
“Neden ben?
Ben ölümden çok korkarım…”
“Biliyorum.
Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: Dışarıda aydınlık bir dünya var,
yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan,
çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir
gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine,
karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun…
Doğmamış
çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine
inanmayacaktır.
Tıpkı ölümü karsılarken
bizim gibi. İste bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum,
benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukta olan evliliğimin zamanı geldi.”
Tıpkı
Mevlana Rumi’nin ölümü bir düğün
gecesine (Şeb-i Aruz) benzettiği gibi.
Tren bizi
rotamıza ulaştırdı ve ben kalemimi, not defterimi çantama bıraktım; düşüncelerimle
birlikte yola koyuldum.
Hayat devam
ediyor…
16 Nisan 2023 Pazar
Sinor Kavgası
Etimolojisini tam bilmediğim, Kürt’ler arasında sınıra “Sinor,” denildiği
için; Etimolojisinin Kürtçe olduğunu düşündüğüm, Türkçe ( sınır hudut )
anlamına gelen Sinor.
Sınır veya hudut hükumetler, devletler veya bir ülkenin idari olarak
birbirinden bağımsız bölümleri gibi politik varlıkların coğrafi bitiş
noktalarını yâda yasal yetki alanlarını tanımlayan bir terimdir. Hudut sözcüğü
ile eş anlamlıdır.
Wiki sözlükten alıntı yaptığım yukarıdaki Sinor tanımı
nerden geldi aklıma söyleyeyim: daha küçükken, çocukken çünkü anlatacağım olayı
ben hiç hatırlamıyorum aile büyüklerimiz anlatırdı. Sinor”u ve sinor yüzünden
çıkan ölüm olayını.
Bir köy düşünün Doğu Anadolu köylerinden biri, iki kardeş tıpkı Habil
ve kabil misali sürekli tartışmalı olan. Bu kardeşlerin en büyük
kavgası su ve sinor dur. İki kardeş arasındaki nefrete
varan konuşmalar, kötü görmeler, günlerce, aylarca, yıllarca devam
etmiş.
Bahsedilen ölüm olayının yaşandığı gün küçük kız babasına suyun amcası
tarafından tutulduğunu söyledi.
Masumca, olayın sonuna geldiğini bilmeden,
Alın yazısı ve kaderinin çizileceğini hissetmeden,
Baba silahı kaptığı gibi koşmaya başladı. Bu koşuş bir ölüm koşusuydu.
Sonunda koca bir pişmanlık yaşatacak, vicdanını bir ömür boyu sızlatacak,
sürekli olarak Allah'a tövbe etmesine neden olacak o yürüyüşü yapıyordu.
Koştu adam kardeşine sınırı (sinoru) aştığı, suyu kapattığı
için.
Kardeşi suyun başında bostanı suluyordu.
Silahı kaldırdı adam, tetiğe bastı. Kardeşi tek kelime bile edemeden yere
serildi.
Gökyüzünde kara bulutlar oluştu; kuşlar, duydukları o koca ses ten ürkerek
gökyüzüne yükseldiler.
Toprağa kan düşmüştü.
Acı bir çığlık duyuldu semada.
Sonrası koca bir pişmanlık...
Dağılan iki aile, öksüz kalan çocuklar, yıllarca süren acı, kin, yoksunluk,
korku.
Şimdilerde o uğruna can alınacak kadar değerli olan ''sınır (sinor ), su ve o
köy'' baykuşların öttüğü bir harabeye dönüşmüş.
Köy ahalisi o diyarı terk etmiş. Hüzün çökmüş her zerresine o toprakların.
Uğruna ölünecek kadar değer verilen dünya malının faniliği, insan olmadan
hiç bir kifayet arz etmediği, hüzünlü bir gerçek olarak orada durmakta.
Bu olayı anlatma sebebim edebiyat parçalamak değil elbette.
Amacım bireysel olarak bakıldığı zaman insanların parsellediği bu
topraklar, koydukları sınırlar diğer bir deyişle sinorlar ve bu durumun
toplumsal izdüşümleri; yani devletler içinde yaşanan sınır (sinor)
kavgaları.
Bu kavgaların ana nedeni dünyayı sahiplenme, her türlü nimeti, zenginliği
paylaşamama duygusu ve hırsından kaynaklanmaktadır.
İnsanların bu geçici dünya hayatında kendilerine bir ömür kadar emanet
edilen hayat teranesi, dünyaya bağlılıkları, önüne geçilemeyen kötücül
hırsları, kan akıtacak kadar pervasızlaşmaları kendilerinden geçmeleri.
''dünya hayatı bir oyun ve
eğlenceden ibarettir'' ayetini hiç anlamadan fakat çok mümince yaşadıkları
iddiasında bulunmaları insana özgü bir kargaşadır.
Bu durum ebetteki İslam in yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Bu anlamda konuyu dağıtmadan günümüze dönersek Türkiye örneği üzerinden bu
durumun toplumsal tezahürlerine bakarsak şunlar söylenebilir:
Türkiye bir imparatorluktan arta kalanlarla yani klasik cümlelerle kürdü”yle,
Laz’ıyla, Çerkez’iyle Alevi’siyle, Sünni’si ile bu ülkeyi yani cumhuriyeti
kurdu.
Avrupa dan dan ithal edilmiş devrim kanunlarıyla yeni bir dizayn
(tasarım) ile Kürt, köylü, dindar olmayan ama kendini Türk hisseden yada
Türk olan Avrupai bir millet oluşturulmaya çalışıldı.
Tek millet, tek devlet, tek dil önceliği olan.
Asıl önemli olan ise ülkenin sınır ( sinor ) ları çizilirken yapılan
görmezden gelinen kardeşinin hakları yıllardır bitmeyen bir sınır (
sinor ) kavgasına dönüşmüştür.
Bu durum sözde kardeşiyle empati yapılmadıkça daha yüzyıllarca devam
edilecek gibi duruyor.
Oysaki vatan uğruna ölene şehit diyecek kadar dindar olan bu oluşumların
mimarları aynı dinin şu öğretisini göz ardı etmekte pekte bir beis görmüyorlar.
‘bir kimse kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe hakiki
mümin sayılamaz’’.
Bu yazıyı okuyanlara şunu sormak istiyorum; madem kardeşim diyorsunuz iyi
hoş da peki hiç düşündünüz mü? Eğitim kitaplarını elinize aldığınızda, yâda bu
ülke yayın evlerinden aldığınız kitaplarda, resmi tarih yazıcılarının
kardeşlerinin adını, tarihini, kültürünü geçirmediklerini gördünüz mü? yada hiç
dikkat ettiniz mi?
Kürt aşiretlerini,
Kim olduklarını,
Nerede yaşadıklarını,
Kültürel yapılarını,
Yaşam biçimlerini merak ettiniz mi?
Neden yok bu kitaplarda? Diye.
Nede olsa hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye. Değil mi?
Oysaki Aydın oğulları, Germiyan oğulları vd. Türk aşiret isimleri her türlü
yayında geçiyorken kardeşinin adı ve tarihi neden yok demezler mi?
Bu anlamda Tarihte bilinen ilk kardeş kıskançlığı kabilin kardeşi Habil i
öldürmesiyle başlamıştır böylece kabil yeryüzündeki ilk
cinayeti işlemiştir.
Bu bağlamda Şirazesini kaybetmişlere şu söylenebilir: Yoksa sizler Kabil
oldunuz ve Habil i öldürdünüz de bunun farkında değil misiniz?
Madem Kardeşiz diyorsunuz. Böyle büyük laf ediyorsunuz.
Bu cümlenin eyleme dökülmüş hallerini neden göstermiyorsunuz? Gösteremiyorsunuz
çünkü yok. Yok, görülmüş, yok sayılmış, ötelenmiş. Nedeni ne biliyor musunuz? Yukarıda
da bahsettiğim kıssada olduğu gibi hep kıskançlık sınır (sinor) kavgası
dünya menfaati, hırsı ve bencillik.
Zira
Napolyon: ''tarihi kazanalar yazar demiş'' yâda tarih
kazananların slogan atma yeridir.
Bizde diyoruz ki tarihi
birlikte kazananlar yazar yazmalıdır. Eşit olarak ve adaletlice.
Sonuç olarak bu muhtevayı baz alarak ve onunla ilinti
kurarak
"Zulümle öldürülmüş hiç
kimse yoktur ki, onun kanında Âdem’in ilk oğluna bir pay düşmesin. Çünkü adam
öldürenlerin ilki odur."