Follow Us @bedelencu

7 Şubat 2020 Cuma

İsabellla

Şubat 07, 2020 0 Yorum

Bazı sözler, bazı deyimler, bazı atasözleri vardır ki bir vuruşta bir bilimsel analizin yerini doldurur! Bazı sözler dinlenmez ancak duyulsa, dinlense bile insanın aklında kalmaz. Fakat bazı sözlerde var ki duyulur duyulmaz insan aklına yapışır kalır. Ve öylece kuluçkaya yatar insan hafızasında. Zamanlı ve zamansız doğurur da doğurur !!
Şahsen ben ürkerek, korkarak, mahçup olarak bazı şeyler paylaşmak isterim etrafımdaki insanlara. Bu paylaşımlar ebetteki yaşadıklarımla ilgili duygu ve düşüncelerimdir çoğu zaman. Ancak kaçınılmaz hale gelen bu paylaşma arzumu gerçekleştirmeden önce bazı kişi ve kesimlerde, duygu ve düşüncelerim için yanlış bir izlenim olabilir kaygısı, bazen beni yazma konusunda frenliyor. Bu kez bu frenin patlamasına veya demem yerindeyse boşa alınmasına kendimi razı ettim.

Bu yazının konusundan ötürü, özellikle psikoloji bilimine ve benzeri konuları (her ne sebep ile ise) incelemeye ilgi duyan şahıslardan ve kurumlardan bağışlanmak (hoş görülmek) isterim.önceden tedbirli özür niyetine olsun yani!!

Evet, oldum olası ruhsal ( psiko lojik) konularla ilgilenen kişilerin ruhsal eğilimlerinden kuşkularım olmuştur. Onlar hep başkalarının kişilik ve ruhi dehlizlerini merak ederler ve düstursuzca dalarlar. ‘’Mal bulmuş mağribi’’ misali başkalarının derinliklerinde telaş, korku ve heyecan ile bulgu aramalarında bulunurlar. Her seferinde de o derin, karmaşık labirentlerde ellerindeki fener ile aslında kendi ruhlarını aradıkları gerçeği ile karşılaşır ve pat pat başkalarının ruhlarının duvar diplerine düşerler.

Başkalarının öz’ünü, bilinmez lerini ortaya çıkarma merakı onları o sorunlu, dağınık öz leri ile karşılaştırıp, kendi ruhlarının korku kapanına kıstırır. Ve cesaretsiz bir şekilde anlıyorlar ki; hayır! Asıl mesele başkaları değil, araştırmak istedikleri kişiler değil, fakat birçok bilinmezliklerinden kaynaklı, kendileridirler.

Kendilerinin üstü kabuk bağlamış,yaralı,örtülmüş öz’leridir!!!İşte sorun bu aralıklarda gizli ve dokunulmazdır kendileri için. Kendi dokunulmazlıklarını başkalarına dokunma gerekliliği koşullamaları içerisinde yerleşik bir düşünme/düşünce yöntemi olarak “algı”ya dönüştürürler. ‘’Ters yansıtma’’ dedikleri bu olmalı!!!kendi zayıf’ını güç’lü yansıtma; bir çeşit inkar’ duygusu yaratmak!!Bizim gibi zeki toplumlarda bu ve benzeri durumlarda balık avlayanlara”yemezler anam babam yemezler”diye müspet bir cevap verilir.

Başkalarının taziyesinde, taziye sahibinden daha fazla matem bağlayan kişileri gördüğünüzde bilin ki onlar en çok orada kendi acılarının yasını tutuyorlardır.Kendi acılarına ağlamaktadırlar!!
Peki, bütün bunları yazmak ta nereden çıktı diye sizler sormadan ben söyleyeyim. Neden unutmaz ve paylaşma ihtiyacı duyar insan bu tür olmuş bitmiş şeyleri?inanın o psikolog denilen arkadaşların bile çözemeyeceği sebepleri vardır.Hemi de dağ dağ!!

Bundan tam otuz yıl önce idi. Birçok nedenden dolayı ülkemi terk etmiştim. Kafam, yüreğim, hayallerim, özlemlerim henüz tıklım tıklım iken ‘sır’ile... Tümden yabancısı olduğum bir ülkede yerleşmeye, yaşamaya karar vermiştim. Kararımı uygulamaya uğraşıyordum.

Gördüğüm, işittiğim hatta yediğim-içtiğim her şeyin bile bilinmezliklerle dolu olduğu bir ülke. Avrupa’nın orta yerinde bir baş-kent! Adı-şanı olan bir baş-kent! Başkent sözcüğüne bile alerjisi olan benim gibi bir genç Diyarbakırlı için bir baş-kent te yaşamak daha ilginç  ( acayip) geliyordu. Ama bu gerçekten böyleydi!Allahtan başı boş, amaçsız gelmemiştim ve yara derindi; özlemler çoktu!Yerleştim.tanımaya çalıştım.Yeni insanlar, yeni bilgiler, yeni tecrübeler peş peşe düştü hayatıma.yeni sır’lar edinmeye başladım!Yabancılığım sulandı,gevşedi, aydınlandım!!Artık eski sır’larım için de kafeslerinden uçma zamanı gelmişti! Yeni duygular, yeni ve belki de daha iyi düşünceler, yeni paylaşımlar sır’larımın yerel motifli heybesini boşaltmama yardımcı oldu. Artık ne kendimle ne de başkalarıyla kasılarak, değerlerimi yitirme korkusuyla iletişim kurmayı düşünmüyordum. Hatta yanlış buluyordum!

İşte bu duygu-düşünce hengâmesi içerisinde bocalarken, üstüne üst’lük ‘’Kürt’ yaşamımın sebep olduğu baskılanmış, gecikmiş ergenlik dalgalarına maruz kaldım.’’ Yüzleşmek kaçınılmaz oldu! Tek başınalık, ergenlik , özlemler (mücadele) ve teslimiyet!Her koşulda mücadele, hiçbir koşulda teslim olmamayı kendine ahlak edinmiş bir ortamdan gelmiş olmam, bu şiar ile hayata tutunma kültürünü benimsemiş olmam, ilk kez hayatta işime yarayacaktı!! Fırtına içimdeydi. Savrulmak, dağılmak için her şey hazırdı! Kendime, içime tutundum! İçimle dost, yoldaş oldum! Savrulmadım! Dökülmedim! Geçer bu günler de geçer diye yıllarca içimdeki yoldaşa mırıldandım durdum! Ve tabii ki geçmedi hala da geçmedi!

Zamanla her şey daha kolay gelmeye başladı. Üniversite kaydımızı yaptık. Hazırlık sınıfına    (dil öğrenme) başladık. Tanışmalar, yeni arkadaşlıklar edindik. Dünyanın birçok ülkesinden kızlar, erkekler... Benim için de işin bu kısmı çok güzel geliyordu. İnsanlar, yüzleri beni çok meşgul ediyordu!! Bir kitapta okuduğum o keskin cümle bütün benliğime eşlik ediyordu, yönlendiriyordu! “ gençler dünyayı, yeni dünyaları merak ederler’’, diyordu : Sovyet eğitimci!!ben de gençliğimin farkına varmıştım! İnsana dair her şeyi merak ediyordum!!insanın meraklarını merak edecek kadar olmuştum yanii!!

Artık, sınıflar, koridorlar, kantin birbirimize tanışma tuzakları kurduğumuz alanlarımızdı. Göz renkleri, saç renkleri, oturma-kalkma adabı... kement atma zamanıydı sanki!! Gençler meğerse en çok birbirlerini merak ediyorlarmış! Kültür’ler, dil’ler çoğulcululuğu içerisinde tek şaşkın olanlar biz (ben) Kürt’ler idik! Gururla Kürt olduğumuzu, Kürtlüğümüzü, farklarımızı, özlemlerimizi büyük bir efendilik sorumluluğu ile paylaşıyorduk! Hiç kimse için önemli olmayan, heyecan vermeyen etnik kökenleri biz Kürtler için sanki yeni bir dünya inşası gibi önem arz ediyordu, heyecan veriyordu!

Allah kahretsin! Şanssızlık işte! Henüz kendimizden başka, başkalarına anlatabileceğim bir sohbet konusu da oluşmamıştı aslında! Yeni dünyama ilişkin anlatacağım çok şeyim yoktu ki.... Bildiklerimin, görmüş olduklarımın tarihleri de geçmek üzereydi sanki! Dünya bizim bildiğimiz dünya, doğrularımızın dünya ile ilgili kısımları da gerçeklerle ilgili değildi sanki !!
Hadi bakalım! Yapacak bişey, korkacak bişey de yok!!!

Üniversitemizin kantini en üst katlarda birindeydi. Ders bitimi yemeğe geldim. Cam kenarı, dışarısını görebilecek bir köşede yer buldum. Oturdum! Aynı an da hem yemeğimi yiyor hem de bu saçma-sapan, aciz şeyleri düşünüyordum. Kendime bir kendim bulmak için kantindeki bütün kalabalığın içine içine yüzüne yüzüne bakıyorum! Ne kimse bendim ne de ben kimse! Onlar hep aynı ben ise kendimle aynı! Kendime yeni bir kendim bulmanın imkânsızlığı ile ilgili düşünürken, masamda, tam karşımda oturan bayan, yemeğini bitirdi ve selam vererek kalktı! Ben de onu ayağa kalkarak selamladım, gitti!!

Ben henüz tam oturmamışken bile... Karşımda boşalan yere oturmayı hedeflemiş bir bayanın, elinde tabldot tepsisi ile yaklaştığını gördüm! Bana yaklaştıkça daha fazla gülen, oraya geliyorum diyen bir bakışlar serisi.Geldi, selam verdi , selamını ayağa kalkarak karşıladım.nezaketen izin isteyerek yemeğini masaya koydu!! Çok alımlı bir hareketle sandalyeyi geriye doğru çekti, stressiz, sakin bir şekilde üstündeki pembesi deri benzeri ceketi çıkardı, dizlerinin üzerine bir yere bıraktı, sonra bana mahcup mahcup, ben hep öyleyim dercesine boynunda yine beyaz ve pembe arası renkte fularını söktü boynundan ve dizleri üzerinde duran ceketini şöyle bir yukarı kaldırarak sol kolunun içine soktu. Ceketi de alıp sandalyenin arkasına astı, küçük, yarı bir kalkışla sandalyesini oturma düzenine getirdi ve masaya daha fazla yanaştı. Çok nazik ve karşısındakini gözeten bir yavaşlıkta, üzeri yemek, içecek olan tepsiyi kendisine doğru çekti ve yemeğini yemeğe başladı! Ayakta ilken hemen hemen benim boylarımda olan bayan, otururken nedense benden çok daha uzun boyluymuş gibi geldi bana.

tabii ki ben bütün hayatın bütün yüklerini taaa Diyarbakır’dan sırtımda taşıyarak gelmiş o sandalye mezarım mış gibi gömülmüş, bir daha elime geçmeyecek bir korkuyla önümdeki yemeğe yumulmuşum!!Hanımefendi nin bir sandalyeye oturması bile seremoni gibiydi valla!Hele o fuları boynundan sökmesinin şekli şemalı ninesi hakkında bile bilgi verir gibiydi.Şöyle bizim analarımızın, yengelerimizin, ablalarımızın kapalı kirpik açık göz tarzı ile süzdükten sonra, kafamdan geçenleri anlatmayayım!!Ben zaten yemeğimi bitirmiş sağa sola, dışarı bakarak oyalanıyorum. Bir yandan da onun yemeğinin en azından bir kısmını yedikten sonra bir sohbete başlayacağı ümidimi koruyorum. Bir yandan yemeğini o filmlerdeki gibi yiyor, diğer taraftan dışarıyı merak eden gözlerle bakıyor. Bir an ikimizde aynı anda dışarı baktık ve aynı an da dışarıdan gözlerimizi çektik. İşte o ışınlanma anında göz göze geldik. öyle bir baktı ki bana sanki gözlerinde dört mevsimi birden taşıyormuş gibi geldi!! Allah allah kehribar ve Zümrüt yeşili göz bebekleri; sonra birden saçlarına ilişti gözlerim! Kendiliğinden kına renkli,  up uzun, arkadan topuz yapılmış ve yüzüne sağlı-sollu serbest bırakılmış iki bakır bukle. Bukleler öyle sarkıtılmış ki yüzüne , gözleri iki bakır yatağı arasından usulce akan nehirleri çağrıştırıyordu!! Öyle mahzun mu demeliyim acaba!! Bir insan o kadar mı kendisi olur diye düşünürken, bir panter edasıyla tepsi de duran peçeteyi alarak ellerini sildi.

Sonra usulca yandaki pencerenin kenarına koymuş olduğu çantasına uzandı , aldı, çantasından çıkardığı ıslak mendilden bir tane kendisine çıkarttı, bir de bana tuttu tabii ki.. Teşekkür ettim, bir tane de ben aldım! O çantası ile uğraşırken ben hem kendimin hem de onun tepsisini toparladım, aldım önünden! Götürüp bulaşıkların yerine bırakacaktım.( kural oydu) bu fırsatı çok iyi kullandığımı düşündüm. O da çok sevindi gibi oldu. Sessizlik bitmişti! Kendime meyve çayı alacaktım! Teklif ettim! Teklifim çok doğal bir şekilde ama bir daha ki sefere kendisi alacağı şartıyla kabul edildi! Kantin de rahatlamıştı! Sakindik!! İki çay ve bol miktarda şeker aldım, masaya döndüm!! Çok ilginç bir şekilde hiç yerinden bile kıpırdamadı. Çay tepsisini masaya koyar koymaz büyük bir nezaketle önce bana bıraktı, sonra kendisine aldığı çayı dikkatlice koydu ve şeker kâsesini bana uzattı! Hayır önce siz alın dedikten sonra hiç itiraz etmeden bol miktarda şeker aldı ve kaseyi bana uzattı!! O arada gözlerime öyle bir baktı, öyle kocaman bir tebessüm attı ki sanki her yer bahçe oldu! Zaten her baktığında o kehribar Zümrüt karışımı gözleri o bakır saçlarının siluetini nakşediyordu baktığım her yere! Çok güzel bir insandı! Evet, zaman çok hızlı mı çok yavaş mı geçiyordu benim umurumda değildi! Kendisi de rahattı!
Ne mutlu; bir taraftan çay içiyoruz bir taraftan düşünüyoruz karşılıklı! Öyleydi!

İsabella, adı isabellaymış! İspanyol muş isabella! Psikoloji okumak istiyormuş. Ben siyasal bilim okuyacağımı söyleyince de kafasına yatmamış. Politikayı, politikacıları sevmediğini, dürüst kişiler olmadığını söyledi! Annesi Prof, babası Prof ve memleketlerinde ders verdiklerini aslında Yahudi olduğunu söyledi! Ben de kendimden, geldiğim yerlerden abartarak anlattığım hedeflerimden söz ettim!! En çok çocukları sevdiğini hatta çok çok çocuk yapmak istediğini söyledi! Ailenin tek çocuğuydu ve ikimiz de atları sevdiğimizi ve hatta boş zamanlarında at bindiğini, resimlerini de gösterebileceğini söyledi! Ben de atları çok sevdiğimi ama çok küçük yaşlarda henüz köyde içen at binmiş olduğumu söyledim! Atların sadakat güdülerini duyduğumu söyledim! Ama gösterecek bir resmim ve anlatacağım bir anımın olmadığını söyledim! Gerçeğini söylersem.. çok kaynaştık!! At sevgisi işe yaradı! O bilgi ile ben duyduklarımla yol alıyorum.

Birden yine o nazik kalkış hamlelerinden birini yaptı. Aldı çantasından bir şeyler, çantasını, ceketini bırakıp beş dakika geliyorum dedi. Gitti! Ortalık oldukça sakin olmasına rağmen, arkasına dönüp bakar ihtimalini düşünerek arkasından bakma yerine dışarısıyla ilgilendim. Öyle bir göz göze gelme istemedim tabii ki!!isabella gidip gelinceye kadar neler düşündüm neler! Söylediklerinin tümünü anladığım kadarıyla (dili yeni öğreniyorduk) kafa defterime yazdım!!
Evet, isabella dediği zamanda geldi! Tepsiyi çay doldurmuş gelmiş! Bu sevincim kursağımda kalmasın diye bildiğim bütün duaları ediyordum içimde! Hem de dudaklarımı da kıpırdamadan!yine aynı nezaketle sandalyesine oturdu, önce benim önüme bıraktı sonra kendisine aldı bir çay ve çok doğal bir usulde masayı düzenledi hemen!! Asalet bu her halde diye düşündüm birden!

Evet, şimdi anlat bakalım çocukluğunu, nasıl bir çocukluk yaşadın, nerede yaşadın çocukluğunu! Siz çocukken nasıl oyunlar oynardınız!! Yahu ne güzel sorular bunlar? Tam zamanı işte ?! Demek bunlar böyle tanışıklık isterler! Öyle çocukça ve neşeyle konuşuyoruz bir birimizin şivelerini bile sorgulamaya başladık! Keyifli sorularına keyifli, bağlayıcı, ona ilginç gelecek cevaplar bulmaya çalışıyorum. Atları konuştuk, Liceli olduğum için tabii ki kaçakçı atlarını anlatacaktım başka ne duymuştum ki atlar hakkında... düşündüm ve belki dikkatini çeker, bana daha çok yakınlaştırır diye başladım çocukluğumuzu anlatmaya!! Tamam dinliyorum diyerek daha bir iyi yakınlaştı masaya , elleri ile de saç püsküllerini yüzünden alıp kulaklarının arkasına yerleştirdi !! Allah Allah gözleri daha çok öne çıkınca masumiyeti de daha çok görünür oldu! Her gülüşü bir nar bahçesi!!

Evet.. Ben kasabada yaşıyordum, zaman zaman da köye giderdik! Aslında hepimiz akraba arkadaşlardık! Okula gider kışın kar ve çamurla oynardık yazın da toz ve hayvanlarla.... Ben anlattıkça o tatlılaşıyordu! O da benim tatlılaştığımı düşünüyor olmalıydı hep gözlerim ve ağzım arasında gidip geliyordu gözleri!!gayet sevimli bir dinleyici modundaydı!! Anlattığım ilkel oyunlarımız, çocukluğumuzun oyuncakları dikkatini çekiyordu belki de uydurduğumu düşünüyordu!

Eeeee dedikçe ben anlattım. Sonra aklıma birden bütün çocukluğumuz boyunca hayvanlara yaptığımız eziyet oyunları geldi .. Kuşlardan başladım. Her fırsatta kuşları nasıl öldürdüğümüzü, ağaçlara tırmanıp yuvalarını dağıttığımızı, yumurtalarını kırdığımızı ve kuşların ve yavrularının tüylerini nasıl yolduğumuzu nasıl keyif aldığımızı heyecanla ve neşeyle anlatıyordum. Ben anlattıkça isabella nın o aydınlık gözleri uzaklaşıyor, yüzündeki bahçelere o kuş ölüleri ve tüyleri serpiliyordu! Birden karşımdaki sessiz, dilini yutmuş bir karanlığa konuştuğumu fark ettim! İsabella o arada beni susturmamak için  nazik davranıyor ama kendisine işkence yaptığımı anlamayacak kadar kaptırmıştım kendisine galiba! Komik şeyler anlattığımı düşünüyordum! Ayrıca doğruydu anlattıklarım! Benim çocukluğum du anlattıklarım! O sormuştu ben anlattım!!

İşte birden bu işkence Faslı’nı birden fark ettik ve kalkacağım, gitmem gerekiyor dedi! Çaylar bile sanki dokunulmamış gibi kalmıştı! Kalktı. Kalktık! Hiç konuşmadı! Tramvaya doğru birlikte gittik! Hiç konuşmadı tramvay beklerken bile! Sadece bir iki kez teşekkür etti anlamsız anlamsız! Tramvay geldi! İsabella tramvaya binerken bile ben yokmuşum gibi ayrıldı! Tramvayda oturdu benim onu izlediğimi bile görmedi! Tramvay hareket etti, isabella gitti boynundaki fularla oynaya oynaya!! Saçlarını çekiştire çekiştire!
Benim de bineceğim tramvay geldi! Bindim!

O akşam, gece sabaha kadar isabella yı düşündüm. Çok iyi başlayan bir günüm dü büyük bir ihtimal o da çok güzel başlamıştı. Kendimi yok etmeden yeni insanlar, yeni yaşamlar edinmeliydim. Çocukluğum sorulmuştu ben yanlış yerden başlamıştım anlatmaya!! Halbuki berber çıraklığı, ayakkabı boyacılığı, çekirdek satma, su da kumar oynatma , camii cemaatinin arasına horoz fırlatma, babamın cebinden para çalarak örgüt kurmuşluğum bile vardı çocukluğumdan bildiklerim!! Evet en kötüsünden başlamıştım ama sanki en keyiflisinden!! Yahu yaptığımızda 6/7 yaşlarında anlattığımda 21 yaşındaydım. Artık öldürdüğümüz kuşlar için ağlıyorduk işte bunu anlatamadım!

Sabah o gailelerle ve isabellayı görmek, konuşmak istekleriyle evden çıktım! Okula geldim! Okulun ana girişine yaklaştıkça o devasa binanın önünde bekleyen isabellayı gördüm! Saçları daha düzgün bağlanmış, fularsız ve çok renkli bir kıyafet içerisinde yavaşça bana doğru yürüdü birlikte bir kaç adım yürüdük!ancak bir günaydın diyecek kadar zaman ayırarak bana, bana kırmızımsı(pembe) bir zarf uzattı!! Göz göze geldik, zarfı aldım gülerek! Onun sanki gözleri yoktu artık! Öyleydi! Heyecanla sınıfa girdim, oturdum! Zarfı açtım !! Bir mektup; özür dileyerek başlayan bir mektup!!
uzuncaaaaaaa bir açıklamalı mektup!!annesiyle konuştuğunu, benim kuşlara yaptıklarımızı, kendi annesine anlattığını ve benim için çok üzüldüğünü ve lütfen bir daha da ona yakınlaşmamam gerektiğini yazıyordu mektupta! Ben de yediğim haltın cezası olarak isabellanın isteklerine harfiyen uydum!! O dönem boyunca bazen karşılaşıyorduk sağda solda onunla! Ama ikinci dönem de bir daha göremedim isabella yı!! Hiç bir yerde rastlayamadık birbirimize bir daha!!

Ve bir gün de bir hayat böyle yaşandı!!

Demek ki psikoloji okuma isteği öyle basit bir istek değilmiş!! Başkalarının öldürdüğü kuşların cesetlerini, kendi içinde  toplamakmış psikoloji okumak!! 


Remzi Tanrıverdi

Aydın Alp’ın kahkahası!

Şubat 07, 2020 0 Yorum

Kahkahadan kılıcınla geçerdin
Aşktan kadınların arasından
Geriye elma koku-lu-ları kalırdı
Cehennem,
Çağlayanlarında yıkandığın antik bir kent olurdu.
Düşlerinde,
 Portakal göğüslü sevgililer büyürdü
Büyürdü bazıları,
Güneşten de büyürdü
Sen, kardan bir şair olurdun!

Bir cümle ”bana peygamberini söyle, dinine gireyim” kolay kolay unutulacak bir cümle değil bu. Hele bizim coğrafyamızda çok şeyi ifade eden, biçimlendiren, bağlayıcı ifadeleri olan bir cümle! Tek cümle ama bilcümle bir kıymet!

Bu sırlı cümlede, kişiye, kişiliğe verilen önem, ajitesi, propagandası yapıldığı, yapılacağı düşünülen, ilkelerin, prensiplerin, dünya görüşünün bile üstünde bir yerdedir. Ebetteki ; ilkeler, prensipler, dünya görüşü çok önemli değerlerdir ancak onları oluşturan, öneren, yaşama geçirecek bireyler , kişilikler  daha somut, görünür motifler olarak daha çok önem kazanıyor ki; öyledir de!!!

Her birimizin hayatı baştan-sona önemsediğimiz-önemsemediğimiz bireylerle, kişiliklerle dolup boşalmaktadır. Kişiler öyle önemlidirler ki hayatımızda, hatta bazen, hayatlarımızın yönünü bile olumlu veya olumsuz olarak şekillendirecek roller oynarlar. Hatta denir ya” bana arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim” bütün bu kristalize olmuş gözlemler, değerlendirmeler silsilesi içerisinde biçimlenen duygu ve düşüncelerimiz hayatlarımızın omurgasını oluştururlar. Kendi birey hayatımızda merkez bile olsak, bizleri sarmalayan, kuşatan çevremizin birer tezahürüyüz ve böyle olmaktan kurtulma şansımız çok sınırlıdır. İnsan, nihayetinde içinde doğduğu tabiatın büyüttüğü evladıdır!

Bizler de kendimizi dostlarımızla, sevdiklerimizle hayatımızın önemli kavşaklarında  rol oynayan büyüklerimizle tanımlarız çoğu zaman!!! Bir çoğumuzun hayatı böyle renklerle doludur: beyaz, kırmızı, mavi ve karanlık( siyah)...tanışılan günlere, birlikte geçirilen zamana lanet veya dua yağdırılan çok insan vardır!Biz yine de güzellerimizi, güzelliklerimizi anımsatalım, analım!!!

Açıkçası ben ne kimsenin dinine girmek için peygamberini sorarım ne de hayatıma yön veren kişi ve olayları gözden kaçırırım, hep şu soru’nun tılsımına inandım.”bana yaranı göster kardeşin olayım “ işte bu ben(d)im!
Bu dizeler hayatımın her katmanına sirayet etti ve her katmanında yeniden beslendi, dirildi, diriltti!!!
Bazı insanlar hem yarasını gösterir kardeş olur hem de yaranıza merhem olur kardeş olursunuz!!!işte AYDIN ALP benim için öyle bir kişi(lik)tir. Hayatıma girdiğinden beri , beynime, yüreğime, ruhuma kardeş olmaktan yorulmamış biri: Hocam , şairim , abim ve gönlümün diri kahkahası !!!

Daha saf bir gururla söylemek isterim ki; AYDIN ALP sadece benim dünyamda değil, fakat umutlu çevremizin kararlılıkla yanık tutulan bir meşalesi olmuştur. O biz dostlarına” ateşin Kehaneti”ni anlatan “yüreğim ülkem gibi” diyerek ateş hattında( çemberinde) bir ülkenin çocukları olduğumuzun bilincini iliştirmiştir yakalarımıza!.

Şair Aydın Alp bizimle ve bizim için yaptığı her kavgada “tufanlardan arta kalan” bir tohum olmuştur ruhlarımızın mahşerinde! Aydın Alp beni, birçoğumuzu büyüleyen kahkahası ile Diyarbakır’ın Yılmaz  şairi olmaktan ‘’Amed’in özgür kelebeği’’ olmayı başarmış ruhumuzdur! Hep mutlu kılan bir abi, eğiten bir öğretmen, umutlu kılan bir yoldaş ve aşk ile yol bulan bir derviştir, bizim için Aydın Alp !!!


Yazan: Remzi Tanrıverdi

6 Şubat 2020 Perşembe

Çocukluğumuz titriyordu, Çocuklarımız Titriyordu

Şubat 06, 2020 0 Yorum

Hani uzun ve karanlık bir sokağın en ucundaki evde, gecenin en geç ve gündüze en yakın zaman diliminde, sokağın ve dışarı-sı-nın en ıssız ve köpek havlamalarının en telaşlı ve anlamsızlık işlediği bir anda, karanlık hala karanlık iken, o evde, dışarıya bakan bir pencerenin, çok ta zengin olmayan, varlık bile hissettirmeyecek kadar gözden kaçabilecek perdelerinin arkasından, sadece dışarıya bakmakla, baktığını sanan ve kendi birisini tarif edemediği bir korku, endişe ve belalı bir kayıp etme korkusu ile bekleyen bir KADIN için, gözlerini birer birer çıkarıp, karanlığı bol o sokakta, elektrik direklerine asıp, ta o evin pencere arkalarına kadar aydınlatma duygusu.

Nasıl bir yerden çıkıp geliyor, geldi bilmem ama bu duygu neden bir kaç zamandır beni dert sahibi ediyor. Bilmiyorum Bir zamanlar da bütün boyutlarıyla uçsuz bucaksız bir bozkırda ve gene aynı ağırlıkta bir karanlıkta ve aynı tonda bir aydınlıkta, henüz ne güneşin ne de Ay'ın renk alıp vermediği bir atmosferde, kayıp olmuş ve gerçekten de sahibi tarafından aranan, beklenen bir inek için, yol bulma duygusu meşgul ediyordu beni. Kesişen bu iki inceliğin güzergâhı, aynı mı acep? Diye kendi kendime sorup dururken, gözlerimin önünde masmavi bir ip gibi, çocukluğumun çok arkadan gelen istemleri ve korkuları dizilmeye başladı...

Hayat bir türlü meşrutiyet kazanamıyordu sıra sıra dizildiğimiz mekânlarda. Aile efradı birbiriyle, aile okul ile mahalle şehir ile millet devlet ile bir türlü düzgün görünecek bir sıra da değillerdi.
‘’Çocukluğumuz titriyordu, çocuklarımız titriyordu,’’ annelerimiz ağlarken bile babalarımız bağırıyordu; hiç bir şeyimiz aslında mavi bir ip gibi değildi de !! Neyse dediğimiz öyle çok cümle başları vardı ki, kayıp olmamak gibi bir lüksümüz olamazdı.

Her korku veren şey o kadar çok sürüyordu ki; okul ve ev, mahalle ve şehir arası bitmez, tüketen bir mesafeydi. Kendi ellerimizle bize nar ağaçlarından toplatılan çubuklarla, öğretmenlerimizin bir araya bile getiremediğimiz parmaklarımızın uçlarına vurdukları her vuruş, bizi ve çocukluğumuzu beyinlerimizin arka tarlalarına birer birer koşturuyordu.

Korkularımız işte o, bu karanlık ve up uzun sokakların en uzak ucundaki o ıssız evde bekleyen umutsuz kadınlara götüren duygularımızın atıldığı tohumlardı. Devletimiz hem vardı hem de yoktu çocukluğumuz için. Nar ağaçları dikilirken bahçelere, olmayan devlet, nar dallarını kırdırıp kırdırıp parmak uçlarımızla yaptırdığı deste deste, korkudan köklerine kadar kesilmiş tırnaklarımızı kanatıncaya kadar vururdu.

Sonrası başka bir bela gibiydi zaten; bir çocukluk düşünüyorduk ve ağlamamalıydık. Nerede hangi dilden ağlayacağımızı unuttuğumuz anlar da olurdu ve "oy bavo oy daye" diye ağlamanın ne kadar da uzun yıllar süreceğini sanki o zamanlardan biliyormuş gibiydik…"Oy bavo oy daye" nasıl da beyinlerimizin karanlık odalarında mayalanmış korkularımızı sürüp sürüp gitmektedir...


Yazan: Remzi Tanrıverdi

DİYARBAKIR SICAKLIĞI İLE İNGİLİZ SOĞUKLUĞU ARAMAK!

Şubat 06, 2020 0 Yorum

Nereden; kimden, nasıl duyduğumu, okuduğumu bilmeden, hatırlamadan yıllarca severek, özümseyerek, cazibesine güvenerek dikkatle anlamaya çalıştığım bir “atasözü” veya deyim biliyorum: “Mekân(lar)ı güzelleştiren insandır”diyor. Aslında doğruluğunu teyid ettirecek bir imkânım olmadı ancak bir Arap atasözü olduğu aklımda kalmış (sanki). Her ne ise artık: benim için, hayat boyu aklımdan çıkmayacağı kesin gibi.

Evet! Mekân(lar) insan(lar) la güzelleşiyor. İnsanlar mekân( lar)ı güzelleştiriyor, ortam oluşturuyor, yaşanılır kılıyor! Güzel insanlar ile yaşamak, her güzel insanın özlem serüvenidir! Şahsen güzel insanlarla karşılaşmak hususunda çok şanslı sayılırım. Güzel insanlar arasında doğdum, güzel insanlarla birlikte büyüdüm ve onlarla birlikte ve güzelleştirdikleri kentlerde yaşadım, yaşıyorum: Diyarbakır, Viyana ve Hastings! “Kentler de insanlara benzer”diyi yeni haklı çıkartır gibi!

Güzel insanlarla birlikte yaşama serüvenim Diyarbakır da başladı, Hastings te devam ediyor. Elbette ki herkes benim çıkardığım sonuçları çıkarmamış olabilir diye de düşünerek bir kaç şey paylaşmak isterim. Hep duyardık, İngilizlerin çok soğuk insanlar olduğunu; “ buzdolabı” yakıştırmasının yapıldığını da defalarca duymuşluğum vardır. Böyle bir söylemi hiç sorgulamadan ve bunu neredeyse İngilizleri tanımlamak için bile kullanan çok kişi vardır etrafımızda. Bu bir sır da değildir aslında! Milletlerin karakteristikleri hakkında üst perdeden tanım yapmak, sanki bir bilgi ve bilinç paylaşımıymış gibi de görülür çoğu zaman. Bakın bu milleti bile tanıyorum edası! Sonra, hayat , hoppala! diye karşınıza çıkar ve sizi teker teker, tane tane düzeltmeye çalışır.

YENİ SERÜVEN BAŞLIYOR! Yıllar önce!.. Diyarbakır dan İngiltere ye gitme kararı verdim. Şu Diyarbakır sıcağını, sıcaklığını İngiltere ye, İngilizlerin soğukluğuna tanıştırmalıydım! Hidayete erdirmeliydim onları; havalarını, mizaçlarını!.. Hurra buzlar erimeliydi!.. KAPALI DEVRE! Diyarbakır-İstanbul-Londra: bilet alındı. Tek yön! Diyarbakır ve İstanbul hattında her zamanki gibi sorun yaşandı. Uzun yolculuğa tahrip edilmiş sinirler ve sitemle başladım. Yıllar sonra, ilk kez gideceğim bir ülke, toplum, insanlar!.. Ve her türlü soğukluğu beynimize işlenmiş bir ülke! Ve kocaman kocaman kaygılarımı ve endişelerimi de birlikte almıştım sanki!.. Her tarafıma “İngiliz soğukluğu” batıyordu! Yolculuk boyunca ne de kötü şeyler düşünmüştüm. Sanki başıma gelmeyecek kötü şeyler kalmayacaktı; ilk karşılaşacağım kişinin suratında buzdan bakışlar bulacaktım!.. Soğuk, manasız bakışlarla karşılaşmak için can atıyordum! Söylenenlerin doğruluk payını yan koltuklarda oturan bay ve bayan İngiliz yolcuların suratlarında, gözlerinde ölçüyordum!.. Henüz bir türlü karşılaşmadığım o soğukluğu düşünmekten yorulmuş, uyumuşum!..

Yetersiz İngilizcemle, haddinden fazla kaygı ve tereddütlerimle yapılan anonslara kulak kabartmaktan da kalmıyordum!.. Uyandığımı da karşımda tebessümleri ile benimle iletişim kurmaya çalışan yaşlı , koltuk komşum çift bir türlü bakışlarıma güvenmemiş olacaklardı ki, iletişim için atılgan bir cesarete ihtiyaç duydular ilk adım için. Ve şeytanın bacağı kırıldı!.. Kadın: “İlk kez mi İngiltere’ye geliyorsunuz?” dedi. Ben: “Evet” dedim. (Allah Allah! Bu da nereden çıktı şimdi!) Kadın: “Çok kalacak mısınız?” dedi. Ben: “Ne kadar kalacağımı bilmiyorum, ama biletim tek yön.” dedim. Kadın: “Nerede kalacaksınız,sizi karşılayacak kimse var mı?” dedi. Ben: “Hastings te arkadaşım da kalacağım ve kimse beni karşılamayacak, kendim trenle gideceğim!” dedim. Kadın: “Nasıl gideceğini biliyor musun?” der demez; erkek arkadaşı, el çantasından kâğıt kalem çıkardı ve güzelce bana bir ulaşım planı çizdi.

Uçakta iniş anonsları yapılıyor ve ben bütün konsantrasyon bozukluğumla uçağın penceresinden dışarısını görmeyi deneyerek yeni yaşamımın ip uçlarını arıyorum! Diğer yandan, adresime en kolay yollardan nasıl ulaşacağımı dert edinen İngiliz çiftin, soğukluklarını ne zaman göstereceklerini merakla düşünüyorum

Uçak indi alana. Erkek İngiliz bana özel çizdiği yol planını almam için uzattı; bol şans diledi. Anladım! Avuçlarım, içim o pusula ile ısındı! İnsan insanı ısıtırmış! Ve yüzlerinde soğukluk arayan bakışlarımı içimdeki ısıya yönelttim. Pusulaya göre trene bindim, hava alanından. Merkez Victoria tren istasyonuna geldim, ordan da gideceğim yerleşkeye (HASTİNGS) gitmek için bilet almam gerekiyordu.

Bilet alındı. Tren platforma yanaştı. Sırtımda kocaman bir sırt çantası, iki de kocaman bavul. Trene bineceğim. Arkamdan bir ses; döndüm benden oldukça genç bir bayan. Profesyonel olduğu giyiminden belli! Bana yardım etmek istiyor. Hiç bir koşulda reddedemezdim! Yüküm ağırdı ve İngiliz soğukluğunu düşünmekten, aramaktan, zaten telef olmuştum! Bindik trene! Oturdum. O da yanıma oturdu! Bavulları da koltuklara oturttuk! (Kendi söyledi.) İkimiz de nefeslerimizi daha hızlı alıyorduk diğer yolcuların bakışları arasında! Ve derin bir nefesten sonra öyle kocaman, öyle başarılı bir tebessüm attı ki gözlerime!.. Ve, “Ben Ruth” dedi. Elini uzattı, ben de “Remzi” dedim. Elini tuttum! Bir daha içim ısındı ve gözlerime atılan o kocaman tebessümleri anlamaya çalışıyordum…

O arada trenlerde seyyar içki ve aperatif yiyecek satan kişi geldi. Ruth: “Bira içer misin?” dedi. “Hayır” dedim. “Başka bişey?” dedi. “Hayır” dedim. “Açlığın var mı?” dedi. “Hayır, teşekkür ederim!” dedim. Sonra… Daha iyi yerleştiğimizi hissettik ve İspanyol olduğumu, hayır, İtalyan olduğumu, hayır! Kürd olduğumu söyledim. Ve sohbet anlaşılmaz bir dilden devam etti!.. Nereye gideceğimi, gideceğim adresi bilip bilmediğimi sorduktan sonra; daha sıcak, sevecen, sahiplenen jestlerle bana davrandı İngiliz Ruth! Ben ise hala İngiliz soğukluğu ile karşılaşacağım anın hasretini arıyordum! Ve ancak o gözlerin derinliğindeki mavilik ile karşılaştım ki!.. Diyarbakırlıydım değil mi? Biz İngiliz Ruth ile onun fedakarlığı ile devam ettirdiğimiz sohbetimizi anlamaya çalışırken... Tren de istasyon anonsları yükseliyordu! Ruth benden bir kaç istasyon önce inecekti! Bir yandan Ruth’u dinlemeye çalışıyor, bir yandan trenin uçuşu eşliğinde dışarıyı izliyor, diğer bir yandan da bütün hinliğimle Ruth un ve diğer yolcuların suratlarında aradığım o korkunç İngiliz mesafesini arıyordum!..

Ve Ruth hareketlenmeye başladı... Çantasından bir kart ve kalem çıkardı masanın üstüne koydu ve müthiş, melankolik bir ciddiyetle bir şeyler yazdı kartın üzerine. Başını kaldırdı. Unutulmaz bir şefkat gibi gelen bir jestle gözlerimin içinde bir şeyler arayarak; kartı bana uzattı ve bana doğru, göz hizama doğru eğildi: “Bu benim kartım, bu da ev telefonum, bu cep numaram, bu da annemin telefonları!..” Şaşırdım!! Offff İngiliz soğuk mizacı çöktü üzerime; boğazımı sıkıyor, gözlerimi oyuyor, kalbimi söküp bana yediriyordu! “Al bu kartı, yerine ulaştığında ararsın, bana ulaşmazsan anneme... Birlikte yaşıyoruz onunla! Bir sorun çıkarsa da ararsın!

Offf offf! Sonra ayağa kalktı, paltosunu giydi güzelce… Bana ve şaşkınlığıma iyice sarıldı ve birazdan ineceğini söyledi. Yetmeyen bir şeydi bu ona, Ruth a! Yanımızdaki yolculara da emanet etti ayrıca! Aynı yöne giden yolculara!.. Tren durdu. Ruth indi! Pencerenin önünde bana bakarak bekledi ve tren hareket etti. Ben bir kez daha onun mavi gözlerinden soğukluğuna dair bir şeyler bulmaya çalıştım! Yoksa İngiliz değil miydi?

Uçan tren daha da fazla uçmaya başladı!.. Karanlık çökmek üzereydi. Anons!.. Hastings istasyonuna varmak üzereyiz. Beni emanet alan diğer yolcular bana bakmaya, bir şeyler anlatmaya başladılar… Anladım! Hastings’teyiz! Tren durdu! Bavulları indirmek için sanki her kes komut bekliyormuş. İndik. İçeride kalanlar el sallamaya, kocaman gülücükler atmaya başladı. Tren devam etti… Ben hala Diyarbakırlı sıcağımla şöyle güzelce hidayete erdireceğim bir İngiliz soğuğu veya soğuk bir İngiliz arıyordum!


Bavullarımla baş başa istasyondan çıkışı ararken; köylü kaybolmuş bir eda ile bakınırken, yanımda yirmili yaşlarda iki genç erkek belirdi! “Yardım edebilir miyiz?” diye sorduklarını anladım. Merdiven çıkmamız gerekiyordu. Hemen birer bavulumu yükleyip çıktık.

Gideceğim adresi gösterdim. Taksiye götürdüler ve taksiye bindirdiler! Taksici ileri yaşta bir erkek. Adrese gittik. Vardık! Taksiyi durdurdu; bütün bavulları itina ile indirdi ve benimle birlikte evin kapısına kadar taşıdı!.. Çok büyük gülücüklerle beni eve teslim etti! Ben hala o soğuk İngiliz’i aramaktan vazgeçmemiştim!..

Eve girdim. Misafiri olacağım arkadaş yoktu o sıralar İngiltere’de (bilgim vardı), başka bir arkadaş bulunuyordu ve geleceğimden haberdardı. Yiyecekler hazırlanmıştı erkekçe ve cömertçe! Sonra arkadaş aradı ulaşıp ulaşmadığımı öğrenmek için. Küçük bir sohbetten sonra, yolcu dinlensin dendi!.. Ev sahibi arkadaş bana kendi yatak odasını tahsis etmişmiş!.. Neyse bir haftalığına gittiğim misafirlikte altı ay ancak kurtulabildim. Zira soğuk İngilizler beni bırakmıyorlardı!

O gün Diyarbakır’dan başlayan yorgunluğu; soğuk İngilizlerle karşılaşma korkularımla birleşince hemen uyumak istedim. Günün son macerası olarak, evdeki arkadaştan Ruth’u arayıp haber vermek istediğimi söyledim! Ruth’u aradık, konuştuk! Telefon numaramızı verdik ve öyle uyumuşummmm!..

Sabah erkenden Ruth aradı ve nasıl olduğumu, gelip beni alıp Londra’ya götürmek istediğini söyledi! O gün için olmazdı! Bir hafta sonra ben gittim Londra’ya; ilk karşılaştığımız noktadan aldı ve önce yemeğe sonra da iş yerine götürüp beni iş arkadaşlarıyla teker teker tanıştırdı! Çok büyük bir şirketin basın sözcülüğünü yapan Ruth; İngiliz soğukluğu üzerine bir güneş örtüsü gibi, Diyarbakırlı sıcaklığını çakan, ilk ve çelikten bir çivi gibiydi!.. Evet “ mekanı güzelleştiren insandır” insan güzelleştirir! Ruth’lara bağlılıkla…


Remzi Tanrıverdi

Huzursuz bir şairin kitabı: BİSTURİ – HUZURSUZ METİNLER

Şubat 06, 2020 0 Yorum




Her şey insana heyecan duygusu vermez. Hani denir ya; heyecan uyandırma(k)! Acaba bu şu mu demek?! Aslında herkesin bir yerinde (sanırım yüreğinde) heyecan duygusu vardır. Bulunur. Fakat bu duygu uyur haldedir; uyarmak, uyandırmak, dansa kaldırmak gerekmektedir! Heyecanın dansı?! Allah muhafaza, heyecan ile başa çıkılmaması halinde, her şey hatta hayat bir tehlike tehdidi altına girebilir. Heyecanı yaşayan kişi, kitle, sınıf, tabaka, zümre, millet büyük hırslara kaptırır kendisini ve artık heyecan duygusunun yerini, bütün kötülüklerin ve iyiliklerin fena HAVA anası olan HIRS devrede durur! Öyle ki bu heyecanlı konuda dikkatli olmak istiyorum. Heyecana evet; hırs a hayır! Helal ve haram gibi bir şey işte!

Peki, neden böylesi bir girişe ihtiyacım oldu? Yakın zamanda, geçen günlerin birinde, yazan(r), şair dostum Metin (Aydın) ile internet üzerinden bir sohbetimiz oldu. Konu edeb-iyat, şiir, yazı hayat vs idi. Sohbet bitiminde mesaj kutuma Metin hocamdan bir gönderi aldım. Merakla açtım ve gördüm ki bir dosya iliştirilmiş mesaja... Açtım, okumaya başladım... Yayına hazırlanmakta olan bir dosya; basıma hazır bir kitap: BİSTURİ – Huzursuz Metinler.

Okumaya başladım, okudum, okudum ve doymadığımı, doyamadığımı hissettim/fark ettim. Değişik bir kitap, ilginç ve kendimden olan bir yazarı okumaya olan açlığımı fark ettim. Meğerse açmışım! Okudum! Yahu Metin (BİSTURİ – Huzursuz Metinler) sen ne yazmışsın; ne yaptın böyle diye bir salvo yaptım kendilerine de kendime de!!!!

Dosya (kitap) yazı stili ile beni üç-dört nesil gerilere götürdü. Her şeyin DENEMELER yoluyla yazıldığı, paylaşıldığı döneme götürdü. Şiir ve düzyazı arası ama kombine bir tarz (özgün); rahatlık veren, yormayan, zihinde resimler çizdiren, nakışsız bir yazın dizgesi! Cümleleri iyi anlayabilmek budur işte dedirtiren bir tarz (deneme). Eksiklikleri güzelce, naifçe saklayan cesur bir yazım tarzı!

Metin almış, tutmuş küfürlerin ellerinden, itirazların gözlerinin içine baka baka dolaştırıyor BİSTURİ’nin üstteki sokak aralarında. Düşünmeyi, mizahi, “küfürleri”… Öyle küfürbaz, edeb(iyat)sız bir yazan(r)dan (pardon; bir sokak filozofundan!) başka ne beklenirdi ki; bağırmaktan, çağırmaktan başka?

İşin en dokunaklı “küfrü” ne biliyor musunuz? Şu sokak fatihi filozof, mega kentler düzeni içerisinde, taşranın sedası ile küfürlerini düzüyor! Cümlelerini bir neşter gibi saplıyor yaralara! Önüne gelen herkese; makul küfürler, bakışlar atmaktan çekinmiyor! Ne ağadan utanıyor; ne de ağanın zavallı yardakçılarından çekiniyor! “Çok cesur lenn bu!” dedirten cinsten!

Evet, okudum dosyayı, bitirdim. Bu yakınlarda çıkardığı kitaplarla kendinden söz ettiren Kaos Çocuk Parkı Yayınları tarafından okurlarla buluşacak. Heyecanımın bu keskin dokunuşlarla uyandığını, dansa kalktığını asilce hissettim, yaşadım. Öyle bir heyecanlandım ki; sokaklara çıkıp: ”Okudum, okudum okudum!!!”/ “Çıkıyor, çıkıyor, çıkıyor; BİSTURİ – Huzursuz Metinler kitabı çok yakında çıkıyor” diye bağırasım geldi!! (Hatırladığım kadarıyla; bir çok kara haber ve müjdeli haber duyuruları öyle yapılırdı!! Çocuk heyecanı ve sesi ile!)

Metin Aydın “küfürbaz”, huzursuz bir yazan(r). Adam huzursuz; geçmişten huzursuz, toplumdan huzursuz, doğru dürüst yaz(a)mayandan huzursuz, egemenliklerden huzursuz!! Ama “sağ omzuma yaslanmış sevgilime sıkıca sarılıyorum” diyor. Belli ki herkes için, herkes adına, huzur ve aydınlık aşkıyla sevgilisine sarılıyor sıkıca ve bir şeylere alışmaktan korkarak sarılı kalmaya devam edecek! Ben de bu minik yazı ve büyük mesafeden, İngiltere’den, heyecanla, BİSTURİ – Huzursuz Metinler’e sıkıca ve ümit dolu sarılıyorum. Merakla bekliyorum kitabı; BİSTURİ – Huzursuz  Metinler’i!

 Remzi Tanrıverdi

Rast-gel-e yazı-lar!

Şubat 06, 2020 0 Yorum

Yazmak çok rahat bir “iş“ olur, hatta neşe dağıtan bir “iş” önemli olan yazmak benim için bir İş’tir diyebilmek! Ancak, yazmak çok zor bir eylemdir. Herkesin kolay kolay göze alamayacağı bir eylem; amaçları ve araçları için sorumluluk yükleyen bir eylem!

Yazmak, hayata öyle bir sorumluluk yükler ki; ahlak, bilgi, ilgi ve zihniyet donanımı esas kılınır… Bu tür yetilere sevgisiz kalmak, yazmak eylemini bütünüyle ruhunun ve teknik çerçevesinin dışına taşır/iter. Yani; yazmak(ın) hayatında sık sık yaşananlar tekrarlanmış olur; yeni yazmak’lar ve yazan(r)larla bu sıkıcı şeyler olmasın!

Lütfen! Bütün bu izahların ışığında kendimi sorguladım, yorulmadım sorguluyorum. Yazmak için ne yapabilirim, ne yapmalıyım diye... Cevabım şu oldu kendime: Hele önce bir yaz, bak, gör, görünsün, görülsün. 
Sonra yeniden bak, gör cesaretle...(?!)

Öyle yapıyorum!!! Evet, yazmak bir güzergah bulmaktır. Yazmak çok yönlü çok amaçlı bir iletişim ağıdır! Yazan(r) hem kendisine, hem yazdıkları üzerinden vermek istediği mesajlara, hem de gönderilen mesajları almayı göze alan okuyana (okura) bir adres, bir liman, bir parça ayak basacak toprak bulmak zorundadır!

Yazan(r)ın temel prensibi kendisine duyulan güveni havada bırakmamayı becerebilmektir! Bu tutum yazan(r)ın “yazmak” bilinci ile eştir! Onu gösterir! Yazan(r) ne kendisini ne mesajlarını ne de oku(r)yanlarını her hangi bir ırk, millet, ideoloji, teolojinin limanına taşımayı düşünmemelidir! Kendi hayallerini konu ve karakter üzerinde örgünlemelidir! Tabii ki derin estetik kaygılara sahip olarak!

Bu duygu, düşünce ve bilincimi paylaşarak; yazmak eylemi üzerinden ulaştırmak istediğim “mesajlarımı” okumayı göze alacak herkes ile kendi kavlimce sohbet (tartışmayı) önemsediğimi de ayrıca belirtmek isterim. Rastgele yazı-lar, öylesine rast gelecek yazılar gibi gelmeyebilir bazı okuyanlarca, ama zaten yazıları kavga ettirmek olacaktır, rastgele yazı-lar’ın temel histerisi. Yazan(r)’ın bunu söylemesinde fayda var! Dünya, bildiğimiz kadarıyla değil, bildiğimiz kadarıyla, dünya dönüyor… İnsanları da başı veya insanların başı da dönüyor bu hengamede!

Rastgele yazı-lar bu döngüleri anladığı kadarıyla dil’inin ucunda taşıyacak hep; ne tükürecek ne de yutacak bir tutum (düşün) zehirlemesi, rastgele yazı-lar a uymayacak! Evet, rastgele yazı(lar) “merhaba” diyerek göstereceği yüzünü hiç bir aydınlığın nezdinde karartmayacak! Merhaba! Rastgele!

 Remzi Tanrıverdi




2 Şubat 2020 Pazar

Öteki Mahalle (Elazığ – Mustafa Paşa) Seko

Şubat 02, 2020 0 Yorum

Elazığ da 24 Ocak 2020 tarihinde saat; 20.55’te merkez üssü Sivrice olan ve yaklaşık 40 saniye süren depremin, Kandilli Rasathanesi büyüklüğünü 6,8 olarak açıkladı.

 

Deprem Türkiye’nin birçok ilinde ve hatta çevre ülkelerde de hissedildi.

 

Onlarca kişinin öldüğü, bin kişiden fazla insanın yaralandığı, yüzlerce binanın ağır hasar gördüğü depremde, Arama motoru google’ da Elazığ Türk mü Kürt mü? Sorusu en fazla sorulan konular arasında olunca ve seko mahallesi uzun yıllarca yaşadığım mahalle olması nedeniyle, birkaç kelam yazma isteği duydum.

 

Diğer bir tabirle az biraz ‘’Zülfü Yâre’’ dokunayım dedim. Malumunuz söz uçar yazı kalır ve seko mahallesi bu yazıyla birlikte hep akıllarda kalsın istedim.

 

1933 yılında Elazığ Belediyesi tarafından Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’ya atfen Seko mahallesinin adı ‘’Mustafa Paşa Mahallesi’’ olarak değiştirilmiştir. Halen eskiler ve halk arasında ‘’Seko Mahallesi’’ eski adıyla bilinir ve kullanılır.

 

‘’seko’’ mahallesinin adıyla ilgili birçok tevatür vardır, örneğin; Anne’min duyup anlattığına göre ‘’seko’’ mahallesinde eskiden - Ermenilerin tehcir edilmediği dönemlerde olmalı - ismi Sakine olan Ermeni bir kadın varmış, ‘’seko nun mahallesi’’ diye halkın literatür’üne geçmiş. 

 

Yine eskiden Elazığ- Harput’ta halk ağzında ceket ve Palto’ya ‘’Sako’’ denirmiş. Harput köylerinden gelen erkeklerin çoğu kış aylarında kalın kumaştan yapılmış Palto (sako) giyerlermiş bu sebepten Sako’luların mahallesi anlamına gelen ‘’Sako Mahalle’’ si olarak adlandırıldığı söylenir.  

 

Yeni bir ülke kurulurken yeni adlar tevdi edilmişti. ‘’seko’’ mahallesine de Türkiye cumhuriyetinin kurucusu Mustafa kemal” in adı verilmiştir.

 

Tarih okuyanlar bilir o yıllarda binlerce mekân ismi değiştirilmişti. Örneğin Elazığ, eskiden ‘’Mezire’’, ‘’Mamüratül Aziz’’ olarak bilinirken cumhuriyetin isim revizyonu ile birlikte ‘’El azık’’ sonrada ‘’Elazığ’’ olmuştur.

 

Seko mahallesinde eskilerin anlattığına göre çoğunlukla Türkler ve Ermeniler yaşamışlardır.

 

Elazığ’ın en eski ve kalabalık şimdilerde ise kozmopolit mahallesi olan Seko Mahallesi yeni adı ile( Mustafa Paşa Mahallesinde) .


Eskiden ‘’seko mahallesi’’ tek katlı, önü bahçeli, bahçenin içinde Su tulumbası olan, çiçeklerle, ağaçlarla süslü kerpiç yapılı cumbalı evler ile Arnavut kaldırımlar ile döşeli bir yermiş.

 

Daha karakterli, huzur dolu, doğayla harmanlanmış, sokaklar iki – üç katli yapıların olduğu karakterli mimarisi ile sanatçılara ilham olacak düzeyde güzel bir yer olduğu söylenir.

 

Mimari anlamda Osmanlı ülkesinin; Cumhuriyet Türkiye’sinden önde olduğunu, geçmişin izdüşümlerini takip edince şahit oluyoruz.

 

Ermenilerin sınır dışı (Tehcir) edilişi ve Harputlu Türklerinde büyük şehir hevesleri ile seko mahallesi farklı bir dokuya büründü.

 

Artık seko farklı bir mahalledir.

 

Alevi’ler, Kürtler  (zaza’lar ve Kurmançlar) azda olsalar Ermeni-Hristiyanların birbirlerinin mekânına dokunmadan, kendi içlerinde yaşadıkları bir yerdir.

 

Farklılıkların; kültür, inanç, dil, etnisite yasalar eşliğinde soldurulduğu, çarpık, çirkin, karaktersiz, anlamsız yapıların oluşturulduğu bir varoştur artık Seko.

 

Çarpıktır artık ‘’Seko’’nun kültürü de, binaları gibi.

 

Geçmişe ait olan; kerpiç, taş, tuğlalı, cumbalı, bahçeli evler yıkıldı yok edildi. Yeni bir mimari tarz türedi seko (Mustafa Paşa) da. Varoş müteahhitlerin iştirakiyle. Öyle diplomalı, mimar Sinan bakışlı, değil bu müteahhitler; Alaylı, alaycı, menfaatçi, günübirlik düşünen sıradan şahıslardır.

 

Bugünkü çarpık görünümlü, karaktersiz, doğadan, topraktan, insandan, hayvandan kopuk, düzensiz dizilimli beton blokların doldurduğu şehir ‘mi- kent ‘mi olduğu belli olmayan bu çirkin mekânları ürettiler. El birliğiyle onlar; amirleri yerel yöneticiler ve onların amirleri genel yöneticilerin imzaları, onaylarıyla.

 

Cumhuriyet Türkiye’sinde bu mahalleye ‘’Seko’’ ya Ülke kurucusu olduğu için, gurur duyulan, ulu bir itkiyle sevgi gösterilen, sevgisi ve saygısı anayasal kanunla garanti altına alınan Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) ismini verdiler.

 

Fakat “Mustafa Kemal Pasa” (Atatürk)  adına yaraşır bir mahalle dizayn edemediler.

 

Kimin eseri bir sarsıntıda yerle bir olan bu çirkin, beton müsveddeleri?

 

Tabi ki bu ülkeyi yönetenlerin aklının, ruhunun serencamıdır.

 

Bu anlamsız, çirkin, güvenliksiz, korku duyulan, mutsuz eden yapılar ve sokaklar.  

 

Bu ülkenin en üst makamlarında oturan rantçı, menfaatçi, yöneticiler ve onların imzalarıyla önüne gelenin mütahit olduğu kişilerin aklının ruhunun eseridir.

 

Özetle; Elazığ Deprem’iyle birlikte internetten ‘’Elazığ Kürt mü, Türk mü?’’  Diye merak edenler Elazığ’ da Kürt  (Zaza, Kurmanç) Türk, Alevi, Sünni, Zaza, Hıristiyan birçok farklılığı barındıran bir yer.

 

İnsanın ırkını, dilini, dinini önceleyeceğinize bu kentimsi mekânların çarpıklığını araştırın, şu çirkinlikler kimin eseridir diye.

 

Ve sonra yargılayın, bu karaktersiz, anlamsız korku yuvalarını ülkesine reva görenleri.