Follow Us @bedelencu

11 Ekim 2016 Salı

Sinor Kavgası





Kürtçe bir sözcük olan sinor, Türkçe ( sınır hudut ) anlamlarına gelir. Sınır veya hudut hükumetler, devletler veya bir ülkenin idari olarak birbirinden bağımsız bölümleri gibi politik varlıkların coğrafi bitiş noktalarını yada yasal yetki alanlarını tanımlayan bir terimdir. Hudut sözcüğü ile eş anlamlıdır.

Wiki sözlükten alıntı yaptığım yukarıdaki sinor tanımı nerden geldi aklıma söyleyeyim: daha küçükken, çocukken çünkü anlatacağım olayı ben hiç hatırlamıyorum aile büyüklerimiz anlatırdı. Sinoru ve sinor yüzünden çıkan ölüm olayını.

Bir köy düşünün Doğu Anadolu köylerinden biri, iki kardeş tıpkı Habil ve kabil misali sürekli tartışmalı olan. Bu kardeşlerin en büyük kavgası su ve sinor dur. İki kardeş arasındaki nefrete varan konuşmalar, kötü görmeler, günlerce, aylarca, yıllarca devam etmiş. 

Bahsedilen ölüm olayının yaşandığı gün küçük kız babasına suyun amcası tarafından tutulduğunu söyledi. Masumca, olayın sonuna geldiğini bilmeden, alın yazısı ve kaderinin çizileceğini hissetmeden, baba silahı kaptığı gibi koşmaya başladı. Bu koşuş bir ölüm koşusuydu. Sonunda koca bir pişmanlık yaşatacak, vicdanını bir ömür boyu sızlatacak, sürekli olarak Allah'a tövbe etmesine neden olacak o yürüyüşü yapıyordu.

Koştu adam kardeşine sınırı (sinoru) aştığı, suyu kapattığı için. Kardeşi suyun başında bostanı suluyordu. Silahı kaldırdı adam, tetiğe bastı. Kardeşi tek kelime bile edemeden yere serildi. Gökyüzünde kara bulutlar oluştu; kuşlar, duydukları o koca ses ten ürkerek gökyüzüne yükseldiler. Toprağa kan düşmüştü. Acı bir çığlık duyuldu semada. Sonrası koca bir pişmanlık... dağılan iki aile, öksüz kalan çocuklar, yıllarca süren acı, kin,yoksunluk, korku.

Şimdilerde o uğruna can alınacak kadar değerli olan ''sınır (sinor ), su ve o köy'' baykuşların öttüğü bir harabeye dönüşmüş. Köy ahalisi o diyarı terk etmiş. Hüzün çökmüş her zerresine o toprakların. Uğruna ölünecek kadar değer verilen dünya malının faniliği, insan olmadan hiç bir kifayet arz etmediği, hüzünlü bir gerçek olarak orada durmakta.

Bu olayı anlatma sebebim edebiyat parçalamak değil elbette. Amacım bireysel olarak bakıldığı zaman insanların parsellediği bu topraklar, koydukları sınırlar diğer bir deyişle sinorlar, ve bu durumun toplumsal izdüşümleri; yani devletler içinde yaşanan sınır (sinor) kavgaları.

Bu kavgaların ana nedeni Dünyayı sahiplenme, her türlü nimeti, zenginliği paylaşamama duygusu ve hırsından kaynaklanmaktadır. 

İnsanların bu geçici dünya hayatında kendilerine bir ömür kadar emanet edilen hayat teranesi, dünyaya bağlılıkları,önüne geçilemeyen kötücül hırsları, kan akıtacak kadar pervasızlaşmaları kendilerinden geçmeleri. ''dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir'' ayetini hiç anlamadan fakat çok mümince yaşadıkları iddiasında bulunmaları insana özgü bir kargaşadır.

Bu durum elbetteki İslam in yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda konuyu dağıtmadan günümüze dönersek Türkiye örneği üzerinden bu durumun toplumsal tezahürlerine bakarsak şunlar söylenebilir:

Türkiye bir imparatorluktan arta kalanlarla yani klasik cümlelerle kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle alevisiyle, sunnisi ile bu ülkeyi yani cumhuriyeti kurdu. 

Avrupa dan dan ithal edilmiş devrim kanunlarıyla yeni bir dizayn (tasarım) ile Kürt, köylü, dindar olmayan ama kendini Türk hisseden yada Türk olan Avrupai bir millet oluşturulmaya çalışıldı. Tek millet, tek devlet, tek dil önceliği olan.

Asıl önemli olan ise ülkenin sınır ( sinor ) ları çizilirken yapılan görmezden gelinen kardeşinin hakları yıllardır bitmeyen bir sınır ( sinor ) kavgasına dönüşmüştür. Bu durum sözde kardeşiyle empati yapılmadıkça daha yüzyıllarca devam edilecek gibi duruyor.

Oysaki vatan uğruna ölene şehit diyecek kadar dindar olan bu oluşumların mimarları aynı dinin şu öğretisini göz ardı etmekte pekte bir beis görmüyorlar. ‘bir kimse kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe hakiki mümin sayılamaz’’.

Bu yazıyı okuyanlara şunu sormak istiyorum; tamam kardeşim diyorsunuz iyi hoş da peki hiç düşündünüz mü? eğitim kitaplarını elinize aldığınızda, yada bu ülke yayın evlerinden aldığınız kitaplarda, resmi tarih yazıcılarının kardeşlerinin adını, tarihini, kültürünü geçirmediklerini gördünüz mü? ya da hiç dikkat ettiniz mi? 

Kürt aşiretlerini, kim olduklarını, nerede yaşadıklarını, kültürel yapılarını, yaşam biçimlerini merak ettiniz mi? neden yok bu kitaplarda? diye. Nede olsa hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye. değil mi ? 

Oysaki Aydın oğulları, Germiyan oğulları vd. Türk aşiret isimleri her türlü yayında geçiyorken kardeşinin adı ve tarihi neden yok demezler mi? 

bu anlamda Tarihte bilinen ilk kardeş kıskançlığı kabilin kardeşi Habil i öldürmesiyle başlamıştır böylece kabil yeryüzündeki ilk cinayeti işlemiştir.

Bu bağlamda Şirazesini kaybetmişlere şu söylenebilir:Yoksa sizler Kabil oldunuz ve Habil i öldürdünüz de bunun farkında değil misiniz?

Madem Kardeşiz diyorsunuz. Böyle büyük laf ediyorsunuz. Bu cümlenin eyleme dökülmüş hallerini neden göstermiyorsunuz? gösteremiyorsunuz çünkü yok. Yok görülmüş, yok sayılmış, ötelenmiş. nedeni ne biliyor musunuz? yukarıda da bahsettiğim kıssada olduğu gibi hep kıskançlık sınır (sinor) kavgası dünya menfaati, hırsı ve bencillik.

Zira Napolyon: ''tarihi kazanalar yazar demiş'' yada tarih kazananların slogan atma yeridir. Bizde diyoruz ki tarihi birlikte kazananlar yazar yazmalıdır. Eşit olarak ve adaletlice.

Sonuç olarak bu muhtevayı baz alarak ve onunla ilinti kurarak "Zulümle öldürülmüş hiç kimse yoktur ki, onun kanında Adem'in ilk oğluna bir pay düşmesin. Çünkü adam öldürenlerin ilki odur." 

4 yorum:

  1. Mrba Tuba hanım yazınızı okudum umarım sizde benim gönderdim parçayı okur anlar ve idrak edersiniz umarım.

    "Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: 'Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir.' "(1)
    Yukarıda takdim ettiğimiz sorudan da anlaşılacağı üzere bu desisenin ana konusu, dinsizler ırkçılık damarını tahrik ederek Türk gençliğini Üstad Hazretlerinden soğutmaya çalışıyorlar. Üstad Hazretleri de Türk gençliğinin bu hileye kapılmasını önlemek için güzel ve mukni bir cevap veriyor.
    Irkçılık, bir kavmin başka bir kavmi inkar edip düşmanlık etmesidir. Ya da en hafif tabiri ile bir kavmin diğer kavimden kendisini daha üstün görme hastalığıdır. Ayetteki tearüf ve teavün yani tanıma ve yardımlaşma vurgusunun muhalif manası ırkçılığın ana umdelerini bize tarif ediyor. Yani ırkçılık bir kavmi inkar edip onunla bütün insani ilişkileri kesmek anlamına geliyor ki, bu noktadan ırkçılık ne İslamidır ne de insanidir. Irkçılık illetini insanlığa bulaştıran unsur ise maddeci ve inkarcı felsefedir. İnsanlığa hızla bulaşması ve yayılması ise Fransız İhtilalı ile başlar. Yani ırkçılık hastalığı İslam alemine hariçten gelen bir hastalıktır.
    Üstad'ın fikir ve tefekkür yönünü göstermeyip ırk ve kimlik yönünü nazara vermeye çalışanlar, dinsiz ve zındık ırkçı taifeleridir. Bu dinsiz ırkçılar, Türkler içinde bulunduğu gibi Kürtler içinde de vardır. Bunların gayesi ırkçılık ve milliyetçilik perdesi altında İslam düşmanlığı yapmaktır.
    İnsanları değerli ve yüksek kılan şey soyu sopu değil, fikirleri ve ahlakıdır. Said Nursi Hazretleri bir Türk olsa ne yazar, bir Kürt olsa ne yazar. Önemli olan; fikirleri ve ahlaki değerleridir. Şayet bir Türk Said Nursi’yi sırf Kürt olduğu için reddediyor ise, bu onun ırkçı ve kafatasçı olduğunun en büyük delilidir. Yine bir Kürt Said Nursi’yi sırf bir Kürt olmasından dolayı kabulleniyor ve fikir ve ahlakından istifade etmiyor ise, yine bu kişinin ırkçı ve kafatasçı olduğu ortaya çıkar.
    Sonuç olarak; kafatasçı ve ırkçı bir Türk ile Kürt arasında hiçbir fark yoktur, zihniyet ve kalitesizlik her ikisinde de aynıdır tek fark birinin Türk birinin Kürt olmasıdır. İslam dini böyle şeytanlaşmış dinsiz ırkçıları kabul etmez reddeder. İslam ile ırkçılık bağdaşmaz, bir arada duramaz, bir insan ya İslam’ı ya da ırkçılığı seçer; ikisi aynı anda cem olmaz.
    İnsanların kendi millet ve dilini ırkçılığa kaçmadan sevmesinde ve muhafaza etmesinde bir sakınca yoktur. İslam dini hiçbir zaman kimlik ve nesepleri yok saymaz, sadece aşırılığa gidip ırkçılık yapmayı men eder.
    "Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir."(2)
    Ayrıca bu menfi düşüncenin toplumsal olarak hiçbir menfaat ve faydası da yoktur. Toplumu teşkil eden, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, hastalar, fakirler ve gençlerden sadece aklı başında olmayan gençler bu menfi fikirden cüzi ve uğursuz bir zevk alırlar. Onun dışındaki bütün tabakalar bu menfi fikirden bir kemal bir lezzet alamazlar. Öyle ise akıldan çok, hissiyata hitap eden bu fikriyatı topluma aşılamanın hiçbir iyi niyeti olamaz diyerek, bu fikre hizmet edenlerin art niyetlerine işaret ediyor, Üstad Hazretleri.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  4. necati bey bilgilendirici açıklamanız için teşekkürler.

    YanıtlaSil