Follow Us @bedelencu

23 Aralık 2020 Çarşamba

Yıkanmış Zaza veya Kürt

Aralık 23, 2020 1 Yorum


 İnsanların ait olduğu etnisite, kültür, dil, inanç, kişiler üzerinde psikolojik etki bırakan gerçeklerdir. İnsanların soylarını, kimliklerini, inançlarını, etnik kökenlerini inkâr etmeleri ya da etmek zorunda bırakılmalarını ne dînler, ne ahlakî değerler, ne de hukukî yasalar kabul eder.

     Etnisite, kültür, inanç çatışmasının yoğun yaşandığı bizim gibi Müslümanlık iddiâsındaki ülkeler bilirler ki, İslam’da asabiyetin (mensubiyet taraftarlığının) yeri yoktur. “O’nu (Âdem’i) topraktan beni (Şeytan) ateşten yarattın, ben ondan üstünüm” diyerek ilk asabiyet kibrine kapılanın kim olduğu malumunuzdur.

     Bir otorite (devlet) kuramamış, devletsiz dünya uluslarından biri olan Kürtler de bu anlamda yaşanan olumsuz bir geçmişten kaynaklı travma yaşayan bir halk olarak, kompleksli bazı kavramsal, cümleler kurabilmektedirler. Örneğin “Yıkanmış Zaza” sözcüğü de bu kompleks ile söylenmiş bir ifade.

     Çocukluk hafızâmda kalmış, yakın zamanda hatırladığım bu cümleler; komşumuzun sohbet esnasında, konu şehirleşme, görgü, aidiyet yani mensubiyetine geldiği zaman, gülerek “Biz Zaza’yız ama diğer Zazalar gibi değiliz, biz ‘Yıkanmış Zaza’yız” deyip şöyle söylerdi, “Biz eğitilmişiz, şehirde görgüyü, kültürü, yol yordamı öğrenmişiz. Diğer Zazalar gibi hero mero değiliz”,  derdi, gülümseyerek. Sohbet gurubuna dâhil olan diğer komşular da tebessüm eder, fazla irdelemeden bu durumu,  konu kendiliğinden kapanırdı.

     Bu durum, büyük resmin küçük ama gerçek bir örneği. Sonralardan bu gibi sohbetlere farklı ortamlarda da şahit olmuşumdur; “İşte biz Kürt değiliz, akıncıyız. Yıkanmışız.” Kürtler’e benzetilmediği için mutlu olanlar ve benzerleri gibi… 

     Haksız da sayılmazlar. Çünkü Kürt denilince yüzyıldır nerdeyse şöyle bir kanı yaygın: Otorite tanımayan, başsız, denetimsiz, kural, kaide bilmeyen, denetim altına alınamayan, eğitilmeleri zor, kaba mizaçlı, ilkel. Birbirlerini sevmeyen, entelektüel yönleri düşük bir millet, halk olarak tanımlanırlar çoğu yerde. Bu durum nerdeyse çoğu Kürt arasında da ortak doğru olarak kabul görülmüştür. Bu sebepten “yontulmamış Kürt” olmaktansa “yıkanmış Kürt” olmayı veyahut Kürt olmamayı yeğleyen, “yıkanmışlık” ile övünen bir halk ortaya çıkmıştır denilebilir.

     Binlerce Kürt – yıkanmış veya yıkanmamış – herhangi bir “yasadışı” örgütle hiçbir bağı yokken, kendilerini Kürt olarak tanıttıkları anda, onları “terörist” olarak gören azımsanmayacak bir kitle oluşmuş durumda, siyasî otoritelerin katkılarıyla. Basın yayın, sosyal medya, genel tanımıyla kitle iletişim aracılığıyla yapılan kışkırtıcı haberlerin etkisiyle;  Kürtçe konuşmayı dahi küfür olarak algılayan, aynı ülkenin vatanperver yerine konulmuş gençlerince öldürülen gençler, babalar, anneler ana haber bültenlerinin baş haberleri olmaya devam etmektedirler. Aslen Kürt ama özenti, kendini eksik görme ve “Kürt” adının “terör sorunu”yla birlikte konuşulması gibi spekülesyonlar nedeniyle Zazalar veya Kurmanclar kendilerini bu mensubiyet içinde değerlendirirken, bu durumu izah etme gereği duyabilmektedirler.

     Kürt olmayı kendilerine zül gören bu insanlar, mensubiyetlerine karşı çıkarak üst kültür ve etnisiteye angaje olmayı huzur ve güven kaynağı olarak görebilmektedirler. Diğer taraftan ise bu kendi kimliğinden sıyrılma, “yıkanmış Kürt” olma alegorisine, değişim, dönüşüm, yeni tabirle mutasyona rağmen, karşı taraftan Kürt, Türk fark etmez, bu durum içinde kendini değerlendirenlere, “çakma Kürt” veya “çakma Türk” gibi argo tabirler ile yaftalanıp yine de yaranamamaktadırlar. Siyasî olarak getirim elde etmek için de “Kürt”, “Türk” olmayı ranta çeviren Kürtçülük ve “yıkanmış Kürtçülük” taslayan dalkavuklar da kendilerince işlerini yürütmeye çalışmaktadırlar.

     Neden adına “Kürt sorunu” denilmiş bir konuyu, “terör örgütü elebaşı” diye yıllardır hapiste olan bir şahıs ve O’nun ailesi üzerinden tartışıyorsunuz ki, sayın devletlûlar, sayın Kürt aydını ve siyasetçileri? Madem “Kürt sorunu” diye bir realitemiz var ülkece. Siyaseti, tarihi, sosyolojiyi, hayatı, Kürd’ü, kendisini Türk hissedeni ya da Türk olanı ve diğer halkları ilgilendiren geniş perspektifli bir konuyu, Kürtleri neden yüzyıldır “silah, savaş, terör, ilkellik” üzerinden tartışıyorsunuz ki?

     Bu militarizm nedeniyle Kürt olmaktan vazgeçmiş ve Kürt olmayı kendine yakıştırmayan binlerce insan var. Bu garip alegori sizi şaşırtmıyor mu, sayınlar, efendiler, değerliler?


İbni Haldun; “Mağlup galibe tâbidir”

Karl Marx; “Tarihsiz halklar güçlüden yana tavır koyar”

Ernest Gellner; ''Mağlupların psikolojisi uzlaşmaya yatkındır, çünkü kılıç kalemden üstündür''

tubacck@hotmail.com

21 Kasım 2020 Cumartesi

Senin Sigortan Benim (Kocan)

Kasım 21, 2020 2 Yorum

 


Evlilik birliği ile hayatını birleştiren kişilerin birbirlerinin sosyal, ekonomik, kültürel olanaklarından faydalanması ya da fayda sağlaması evlilik birliğinin gereğidir. Bir sohbet arasında, Sağlık sigortası olmadığını söyleyen bir kadına neden sağlık sigortanızı yaptırmadınız demiştim oda şöyle demişti; otuz yılı aşkın evli kalıp ayrıldığım eşim bana ‘’senin sigortan benim’’, derdi, sigorta yaptırma arayışımı gereksiz bulurdu. Ona güvendiğim için ben de yapma gereği duymadım demişti.


‘’Senin sigortan benim’’ diyen adam, (koca) yok artık hayatımda, benim de sigortam yok. Bu sohbet kafam da kocaman bir soru işaretine neden olmuştu. Evlilik, bir kadın ya da erkek için olmazsa olmazlalar arasında mıdır? Güvence veya güven kurumumudur? Diye kendimce muhakeme yapmıştım. Evlilik kadın için güvenceli bir hayat sigortası değilmiş bu örnekte görmüş olduk.


Annem 70 lı yıllarda 14 yaşında evlenmiş bir kadın. O dönemler de kadınların, özelliklede kırsal kesimde ki kadınların ezici çoğunluğunun evlenme yaşı bu civarlardır.


On lu yaşlarını aşıp evlenmeyen kızlara, ‘’evde kalmış’’ gibi, hor gören sıfatlar kullanılırmış o dönemlerde, halende bitmiş değil. Bu sıfatın amacı; evlenmeyen, evliliği isteyerek, ya da istemeyerek geciken kadınları bilinçli ya da bilinçsizce evliğe teşvik etmek, evlenmeyenleri de cahilce bir üslupla yaftalamaktır.


Bu bağlamda annem demişken bazen evlilik hakkında, özellikle onun döneminde ki evlilikler hakkında konuşurken annem bir defasında şöyle demişti; evlendiğimiz zaman elimizi, ayağımızı ‘’kurbanlık koyun’’ misali kınalayıp, çocuk yaşlarımızda Ailemiz tarafından, hiçbir duygusal, düşünsel, kültürel, bağımız olmayan kişilere evlilik adı altında veriliyorduk. Ana kuzusu denilecek yaşta ailemizden ayrılıp kilometrelerce uzaklara götürülürdük, o zamanlar ulaşım ve iletişim araçları şimdiki kadar yaygın değilmiş, giden küçük kızlar aylarca belki de yıllarca ailelerini görmeden yaşarlarmış, kutsal evlilik kurumunda. Beyaz gelinliği ile gönderilip, beyaz kefen giyene kadar, düşüncesi ile kız çocukları ‘’El kapısında’’ kalırmış.


Kız çocuklarının ellerini, ayaklarını kınalayıp süsleyip, püsleyip kurbanlık koyun misali evliliğe gönderme âdeti değişim arz ederek, yine de aynı heves ve heyecanla devam etmekte. Bu söylemlerden evlilik kötüdür gibi bir algı oluşturma amacında değilim elbette. Amacım pek matah görülen evlilik kurumunun kadın, erkek, çocuk üzerindeki etkileri, kazandırdıkları ve kaybettiklerini anlamaktır.


Evlilik;  sosyal, duygusal, akıl sahibi bir varlık olan insanoğlunun karşılıklı birlik, beraberlik, saygı, sevgi anlayış düşüncesi ile yeni bir hayata, birlikteliğe başlayıp, çocukların da olduğu bir kurumdur.


Geçmişte de var olan aile içi şiddet, günümüzde dozunu arttırarak devam etmekte, Evlilik kurumunun içinde gittikçe artan, psikolojik, ekonomik, fiziksel şiddet ve bunların sonucunda oluşan cinayetler nedeniyle, evlenme, aile, yuva kurma gibi kavramlar artık güven veren vasıflarını yitirmiş, güvensizliğin, şiddetin, cinayetlerin, vahşetin tavan yaptığı bir yapı haline gelmiştir.


Kadınlara başta olmak üzere, çocuklara yönelikte artan, Erkek şiddeti ve sonucunda gelişen cinayetlerin, ayyuka çıktığı son yıllarda, evlilik kurumu işlevini yitirmiş, gereksiz, sorun üreten bir unsur haline gelmiş gibi görünüyor.


Evlilik (Aile) içi şiddet konusu derin, geniş analiz,  inceleme, mülakat, anket çalışmalarını gerektiren ciddi bir konu, bu sebepten toplum doktorları ‘’Sosyologlar’’ başta olmak üzere bu alanla ilintili diğer bilim dalları el birliği ile bu cinayet, şiddet, güvensizlik üreten kuruma derinlemesine el atmalıdırlar. Sağlıklı birey, sağlıklı aile, sağlıklı toplum için hastalığın sebebi bulunmalı, gerekli reçeteler yazılıp konunun muhatabı kurum sahiplerine ulaştırılmalıdır.


Velhasıl Kelam: kadınlar bilmeli ki; erkeklerde kadınlar gibi insani vasıflar taşıyan bireylerdir. Erkeklere kaldıramayacakları misyonlar yükleyip, hayaller kurmayın, hayal kırıklıklarının sonu kötü oluyor. Kendisini yetiştirememiş kadın veya erkek kimseye ilaç olamaz. Hayat gerçektir, bu realiteyi göz önüne alarak hayata hazırlayın kendinizi. Güzel cafcaflı laflar, gülümsemeler, anlık ve küçük mutluluklardır.  Onlar hayatın gemisini yürütmeye yetmez. Kadın ya da erkek kendisine ne katmışsa o kadarını size verir, fazlasını veremez.


Güzel bir alıntı ile cümlelerimi sonlandırmak istiyorum.

BÜTÜN KADINLAR EVLENMEK VE ANNE OLMAK

ZORUNDA DEĞİLDİR...

Bu bir seçimdir ve herkes bu seçimi yapmak zorunda değildir.

Kız çocuklarımızı gelin olma hayaliyle yetiştirip kodlamayalım,

İyi bir eğitim görmeleri ve kendi ayaklarının üzerinde

Durmayı öğretelim.

Evliliği her zaman yapabilirler ama hayatı geri saramazlar.

Hiç geçmişe bakıp neden daha erken evlenmemişim diyen

bir kadın gördünüz mü?

Neden eğitimimi yarıda bıraktım diyen kadınlarla dolu ortalık.

Evlilik kadın için güvenceli bir hayat sigortası değildir.

Bir erkeğe bağımlı yaşamak hiç değildir.

Sevgiye saygıya, aşka, sadakate "evet"

Bağımlılığa esarete "hayır" demeyi öğretelim.

Bırakalım artık annelerimizden öğrendiklerimizi,

Evlilik kutsal falan değildir, insandır kutsal olan ve insanın

İnsanca yaşama hakkı...

Ancak o zaman gelişmiş bir toplum oluruz..

Güzin Yeğin.

 


 













 

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Dil Kürdü Din Kürdü

Ağustos 24, 2020 1 Yorum


Bu söylem; ‘’dil kürdü din kürdü’’ çocukluğumdan itibaren kulağıma aşina bir sözcük. Daha çok Tunceli (Dersim-Pertek) yöresi başta olmak üzere Elazığ’ ın bazı yerlerinde bilinir ve söylenir.

Mesela sohbet konusu milliyet, din olunca hemen şu cümle söylenirdi; tamam Kürt’ sün ama! Bu amanın içinde biraz ötekileme vardı. Ama sen kendini belirt ben ‘’din kürdü’’ değilim ‘’dil kürdüyüm’’ diye. Uyarıda bulunulurdu. O zamanlar; araştırma, irdeleme, neden sorma bilincimizde pek gelişmediğinden üzerinde fazla düşünmezdik.

Günümüzde ise, milliyetin, dinin fazlasıyla pirim yapıp aktif olduğu yıllarda, bu sözcük geldi aklıma. Neden? diye. eskiden; benim çocukluğum kadar eskiden. Kürt denilince Alevi, Sünni fark etmezdi.  İki türlü Kürt den bahsedilirdi biri Sünni diğeri de alevi Kürtlerdi.

Neden bu farklılık diye sormuştum. Bu konu ile ilgili tanıdık bir şahsa, şöyle bir açıklama getirmişti: Bazıları kendisine Kürt diyor ama aslında o sadece dil kürdü, birde Aleviler var onlar ise din kürdü. Bu ayrım bilinse iyi olur demişti.
Şaşırmıştım nasıl oluyordu bir dil var, iki türlü Kürt var. Kürtsün ama dil kürdü, Kürtsün ama din kürdü.

Şimdi bu gerçeği dikkatli düşününce, bu durumu Dil yâda Din kürdü ayrımını yapanlar yine Kürtlerdi. Kürtler birbirlerini, kendi aralarında, farklılıkları üzerinden tanımlıyorlardı.

Bu bağlamda Temcit pilavı gibi tekrarlamaktan usandığımız bir cümleyi tekrar edemeden geçmeyeceğim. Madem; biz bir imparatorluktan geriye kalmış çeşitli diller ve renklerden oluşmuş bir mozaiktik. Her halk kendi mıntıkasında özgürce ne olduklarını pekte irdelemeden en doğal halleri ile yaşıyorlardı. Ne zamanki tek millet, tek dil gibi tek tipçi söylemler kapladı dört bir yanımızı o zaman başladık Kürt, Türk, alevi, Rum, Ermeni millet adlarını saymaya.

Oysaki hepimiz insanız en temel yönümüz budur. Sonra ise dünya vatandaşıyız Kürt, Türk, Alman olmak pekte önemli değil, mühim olan insan olabilmek dürüstçe savunabilmek tüm haksızlıları ve karşı durmak ülkece, devletçe, milletçe ve hatta dünyaca kötülüklere.  

Oysaki Sevginin yolculuğunda dünya vatandaşlığını şiar edinmiş sevgi direnişçileri için; iyilik, cömertlik, tevazu, sabır, hoşgörü, zarafet, fedakârlık, farklı olana saygı vardır.

Farklılıklarımızla gurur duyarak ve onlara değer vererek. Yaşadığımız çoğrafyanın, ülkenin ve dünyanın vatandaşları ve paydaşları olarak. Tıpkı şairin de dediği gibi;

"Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik."  
Demişti şair Cahit Zarifoğlu ve gitmişti…






10 Ağustos 2020 Pazartesi

Çocuk Yaşta Evliliğe İlahî Hikmet Kılıfı ve Talak Sûresi 4. Âyet

Ağustos 10, 2020 0 Yorum



İslam’ın doğduğu Arap çölleri kargaşaları ile ünlü, kadın – erkek eşitliğinin olmadığı, her türlü sapkın ve kaotik ilişkilerin yaşandığı, deve ve çöl en büyük ilham kaynakları olan, herhangi bir düşünce ve bilimin tezahürüne rastlanmayan bakir bir yerdi. Cariye denilen kadın köleliği yaygındı.
    
 Her türlü istismar ve eşitsizliğin yaşandığı Arap toplumuna sıradışı sözcükler düştü bir zamanlar… Mekkeli, Medineli Arap aristokratları şoka uğratacak, devrim niteliğinde cümlelerdi. Üstelik bu cümleleri söyleyen kişi de kendi içlerinden, sıradan gördükleri Kureyş kabilesinin bir ferdi olan yetim Muhammed’di.
   
 Anlamlandıramadıkları şeyler söylüyordu; karşı duruyordu, yapılan haksızlıklara. Geçmiş peygamberler gibi Muhammed de bu dünyadan biriydi, bir insandı. Şaşkınlık içinde idiler, “Nasıl olur da bizden herhangi bir üstünlüğü olmayan bu adam ‘Ben Allah’ın elçisiyim, peygamberim, gökten bana mesaj geliyor’ derdi?” Ciddiye almadılar, “yalan söylüyor” dediler, horladırlar, dalga geçtiler. Fakat zamanla takipçileri çoğalan Muhammed, Mekkeli aristokratların dikkatini ve düşmanlığını üzerine çekti.
   
  Bu minvalde, Peygamber’in hayatı ve gökten indirildiğini iddiâ ettiği mesajını didik didik edip incelediler. Eleştirildi, sorgulandı; bazen önyargılı şekilde, bazen de gerçeğe ulaşmak için. “Bir peygamber neden 6 – 9 yaşında bir kız çocuğu ile evlenir, bu sapıklık değil mi?” diye, yüksek sesle bağırdılar. Haklıydılar. Çelişkili bir durum sözkonusu idi. Bu durum günümüze kadar devam ederek geldi.
    
Tanrı’dan geldiğini söylediği kitapta, Kur’ân’da, “Yetim çocuklarınızı evlenme yaşına, akıl büluğ çağına erişince onları deneyin, yeterli olgunluğa eriştiklerini görürseniz mallarını teslim edin” diyen bir elçi, diğer taraftan en yakın arkadaşının 6 – 9 yaşındaki kız çocuğu nasıl ile evlenebilirdi? Bu durumu kim doğru, etik, ahlaklı, mantığa uygun bulabilirdi ki? Düpedüz sapkınlıktı (pedofiliydi). Üstelik Kur’ân’da “Ey akıl sahipleri, akıl edin, düşünün, sorun, araştırın” deniliyorken. Karşı görüş olarak da “Hayır, Peygamber Ayşe ile 6 – 9 yaşında değil, 18 – 19 yaşında evlendi” deniliyordu.
    
Bu karmaşayı bazen âyetler ile bazen de hadisler ile çözmeye çalıştılar. Oysa ki en yetkin ağızlar diyor ki, “Hadis ile Kur’ân arasında bir çelişki sözkonusu ise, siz Kur’ân’ı düstur edinin” diye.
    
Bu anlamda ben de âyetler, hadisler ve günümüz araştırmacılarının kaynaklarına başvurarak ve kendi görüşümü de katarak bir kompozisyon oluşturmaya çalışacağım.
    
 Bu gibi konulara ilgi duyanlar bilir: Ateistlerin sponsor (destekleyici) âyetlerinden bir tanesi de, “Talak” sûresinin 4. âyetidir. Ne diyor bakalım;
    
 “Kadınlarınızdan (menopoz dönemine girerek) âdetten kesilenlerin iddetinde tereddüt ederseniz, onların iddet (bekleme) süreleri üç aydır. Adet görmeyenlerin de süreleri böyledir. Hamile olan kadınların iddetleri, çocuklarını doğurdukları vakit biter. Kim Allah’ı sayıp O’na karşı gelmekten korunursa, Allah onun işinde bir kolaylık verir.” (Talak, 4)
    
 Bu âyette en fazla üzerinde durulan nokta ise, “Adet görmeyenlerin de süreleri böyledir” cümlesidir. Bu cümleden sıkarak zorlayarak, illâ ki “6 – 9 yaşındaki kız çocukları adet görür, fizyolojik olarak bir kadın bedeni olgunluğuna sahiptir. Çocuk da yapar, bir evin sorumluluğunu da yerine getirir, kendisine koca olan adamla olgun bir şekilde iletişim kurup hayatını idame ettirebilir. Peygamber de Ayşe ile 6 – 9 yaşında evlenmedi mi?” diye söylenip dururlar ve hatta uygulamaya koyarlar.
    
Nasıl ki başörtüsü ile ilgili âyette, “Ey Peygamber, mü’mîn kadınlara (çocuklara değil) söyle, örtülerini yakalarının üzerine örtsünler” diye kadınlara hitap ediyorsa, “Talak” sûresinde de “Ey peygamber, 6 yaşındaki kız çocuklarına” diye bir hitap geçebilirdi, Ama yok. Aksine “kadın” diye bir hitap var.
    
İnanmayı seçmiş, araştıran, sorgulayan biri ve bir kadın olarak inandığım dîni mantığıma uydurmaya çalışmadan, görüşlerimi yazmak istiyorum ve bu çabanın içerisindeyim. 6 – 9 yaşındaki bir kız çocuğu ile evlenmiş bir peygamber figürü, benim gibi birçok kişinin tepkisini alır ve eleştirilir.
    
 Benim inandığım dîn “araştır, akıl et, sorgula ve doğru yola ulaş” diye hitap ediyor, bana ve tüm insanlığa. Farklı bir dünyada bir gün uyanacağına inanan bir insan olarak peygamber ya da sıradan insanlar olsun her fiilin cezasını ve mükâfatını bahşedecek ilahî adaletin sağlanacağı bir mahkeme olacaktır. Ve her insan hak ettiği adalete kani olacaktır diye inanıyorum.
    
 Sonuç olarak Kur’ân çocuk evliliğine izin vermez. Bu tip yanlış bir uygulamayı ancak Kur’ân’dan uzak toplumlar uygular. Yanlış ve kasıtlı yapılan tercümeler nedeni ile ateist ve bağnazlar, pedofili dînciler, İslam’ın çocuk evliliğine izin verdiğini iddiâ ederler. Çocuklar şefkat gösterilmesi gereken varlıklardır, kimse sapık görüşlerine Kur’ân’dan delil bulamaz. (1)
tubacck@hotmail.com
     DİPNOTLAR:









2 Ağustos 2020 Pazar

Çocuk Yaşta Evliliğe İlahî Hikmet Kılıfı ve Hz. Muhammed’in Evliliği

Ağustos 02, 2020 1 Yorum



Kutsal kitap Kur’ân’a göre kişinin biyolojik ve psikolojik olgunluğa (reşit, buluğ) ulaşması, vücûdun büyümesi, hormonların yükselmesi ile ilgili değil, aklî olgunluğa ulaşıp, sorumluluk alabilecek bilinç ve olgunluğa ulaşması, kendini ifade etmesi, özgüven kazanması ile olur.

    

Nikâh için sorumluluk yüklenebilme durumu ise “Nisa” sûresinde geçer. Kur’ân’a göre vücûdun gelişmiş olması ergin olması anlamına gelmez, ergin olmak sorumluluk alabilme gücüne erişebilmektir. Örneğin “Nisa” sûresi 6. âyette “Yetimleri evlenme çağına (buluğ – ergenlik) varıncaya kadar gözetip deneyin. Eğer onların akılca (reşit – erginlik) olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin”“Enam” 152. âyette ise “Yetimin malına, o en kuvvetli (rüşt – erginlik) çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın”, yine “İsra” 34. âyette de “Erginlik çağına ulaşıncaya kadar, en güzel şeklin dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahdi yerine getirin. Muhakkak ki ahit, mesuliyettir” denir.

    

Görüldüğü gibi âyetlerde “Evlenme çağına (akıl – büluğ) gelmiş gençlerinizi gözetip deneyin, ondan sonra evlilik ve malî konularda sorumluluk verin” diyor.

    

Çoğumuzun bildiği üzere; büluğ çağı (ergenlik dönemi) bilimsel olarak biyolojik ve rûhsal olgunlaşma anlamında 12 yaşından başlayıp 21 yaşına kadar devam eden sürece denir. Bu süreçte vücûtta birtakım değişimler yaşanır. Örneğin boyun uzaması, cinsel, rûhsal, duygusal değişimler, yaşıtlarıyla birlikte olma isteği, dalgalı rûh halleri bu döneme özgü değişimlerdir. Diğer bir ifadeyle ergenlik; çocukluk çağından yetişkinlik dönemine atılan ilk adım evresidir. Ergenlik dönemi içinde bulunan genç birey yetişkin bedeninde ama halen bir çocuktur. Kendisini, bedenini, toplumu anlamaya çalışır, roller, tutumlar değişmiştir artık, Rol karmaşası yaşar.

    

 “Yaratılmışların en şereflisi” (eşref-i mahlûkat) diye ifade edilen, dünyadaki canlılar içinde tek akıl sahibi olan insanın Yaratıcısı, kutsal mesajı Kur’ân’da şöyle seslenir: “Ey akıl sahipleri!” Örneğin bazı ayetlerde; “Gerçek şu ki, Allah katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfal, 22)“O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yunus, 100) denilir.

    

Aklın büyük bir değer olduğu ve kullanılması gerektiğine ciddi ifadelerle yer verilmiştir. Bu anlamda namazın, orucun, başörtüsünün farz olduğunu düşünenler; aklını kullanmak ta farzdır. Bu biline.

    

 Peki, nasıl oluyor da akla ciddi anlamda önem veren, yetimleri ve evlenme yaşına gelmiş gençlerin yeterli olgunluğunu önemseyen bir dînin 9 yaşında evliliğe izin verdiğine, bir sapkınlığa rûhsat verdiğine inanılması beklenir.

    

Önümüze sunulmuş dînin gerçek ve değişmez ifadesi diğer bir deyimle otoritesi Kur’ân ile çelişen bir durum değil mi? “Üreme vasfı kazanmış insan bedeninin evlenme yaşı da gelmiştir” düşüncesi, insanı hayvanlar ile bir tutan, akla ters bir durum değil mi?

     Kız çocukları âdet görünce akıl – büluğ çağına girmiş olmuyor. Ergenlik sonrası vücût gelişim ve olgunlaşma aşamasına devam ediyor. Bu anlamda hem dînî (İslam) hem de bilimsel göstergeler, kişilerin ergin bir yaşa gelip sorumluluk alması demek olan evlilik yaşına 20’li yaşlardan itibaren hazır hale geldiğini bildirmişlerdir.

    

Nasıl ki erkek çocuklarının belirli bir olgunluğa ermeden evlendirmek toplum nezdinde pek doğru bulunmuyorsa, aynı şekilde kız çocuklarının da belirli bedensel (biyolojik) ve rûhsal (psikolojik) olgunluğa erişmeden evlendirilmesi, nikâhta istenilen rıza ve irade özgürlüğünü şart koşan hukukî ve dînî kaidelerle bağdaşmaz. İslam dîni kadın ya da erkek bireylere farklı muamelede bulunmaz, bulunmasını da tavsiye etmez.

    

Dikkat edilirse çocuk sayılacak yaşlarda evliliğe cevaz verenlerin ilk başvurduğu kaynak, Peygamber’in hayatıdır, Peygamber’in Halife Ebubekir’in kızı Aişe ile 9 yaşında evlendiği iddiâsıdır. Bu akla aykırı iddiâ ile 6 – 9 yaşında kız çocuklarının evliliğini olağan gören bazı softaların amacı kendi sapkın dünyalarına Peygamber aracılığıyla ilahî hikmet kılıfı uydurarak meşrûlaştırmaktır.

    

Bilinsin ki Kur’ân’da evlenme yaşı ile ilgili bilgi yoktur. Peygamber’in Aişe ile 9 yaşında evlendiğine dair elde gerçek bir kaynak yokken tüm bilgiler tevatür yoluyla dedikodu ve söylentiler aracılığıyla günümüze ulaşmıştır.

    

Kur’ân’da aksine evlilik cümlesinin yanında “ergin, rûhsal, bedensel ve psikolojik olarak hazır olmaktan” bahsedilmiştir. Kur’ân’ın mesajı ile Peygamber’in mesajı arasındaki bu çelişik durum, İslam dîni gibi aklı önceleyen bir dîne ters düşmüş olmuyor mu, “Ey akıl sahipleri”?

    

Kur’ân’ın indirildiği Arap toplumu o çağlardaki birçok toplum gibi çok eşliliğin (poligami) normal görüldüğü bir coğrafya idi. Arap – Emevî dînciliğinin İslam düşmanı oryantalistlerle işbirliği halinde iddiâ ettiğinin aksine, Hz. Aişe, Peygamberimiz’le evlendiği zaman 9 yaşında değil, 18 veya 19 yaşındaydı. (1)

    

6 – 9 yaşındaki kız çocuğu nasıl annelik yapsın ya da bu yaşlardaki erkek çocuğu nasıl babalık yapıp bir aile sorumluluğu üstlensin? Kur’ân’da “aklınızı kulanın, aydınlanın, aydınlatın” diye onlarca âyet varken bu çelişik durum akla ve mantığa aykırı değil mi?

    

Kısaca peygamberler de bizim gibi insandırlar. Günâhsız olsalar dahi hata yapabilirler. Fakat hatalarında ısrar etmeyip tövbe ederler. Hiçbir insan – peygamberler de dahil – hatasız değildirler. Günâhsız, hatasız olan meleklerdir. Peygamberler ya da insanlar kendi toplumunun çocuğudurlar. Onlarca kadınla evlenmenin olağan görüldüğü ve bunun yanında cariye denilen köleleştirmiş kadınlar ile de fuhuş (zina) yapıldığı kaotik bir toplumda 23 yıl gibi kısa bir sürede ilahî mesajı kendi toplumuna iletmeye çalıştı Peygamber. (2)

    

Her birey kendi aklının ve rûhunun algıladığı kadar inanır ya da sahte bulur bu anlatıları. İnanç tarihi bu gibi sorgulayan, araştıran, inanan veya inkâr eden kişilerin tereddütleri ve eminlikleri ile vakidir.

    

Kısaca; peygamberler de insandır, bu yüzden günâh işleyebilirler. “Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim.” (Kehf, 110)

     

Fakat günâhta ısrar etmeyip tövbe ederler. Hiçbir insan günâhsız değildir. Günahsız olmak için melekler gibi nefis verilmemiş olmak gerekir. (3)

tubacck@hotmail.com

     DİPNOTLAR:

     (1): https://www.hurriyet.com.tr/hz-ise-peygamberimizle-kac-yasinda-evlendi-10303674

     (2): Asrısaadet’in Büyük Kadınları, “Hz. Âişe”, Ömer Rıza Doğrul, s. 29 – 65

     (3): https://bumudin.blogspot.com/2017/04/peygamberler-gunah-isler-mi.htm

 

 


7 Mayıs 2020 Perşembe

Küresel Virüs, (Corona) Küresel Kötülüğün Karşılığı mı?

Mayıs 07, 2020 0 Yorum


 Kötülüğe, cehalete, zûlme ve zalimlere karşı vermediğimiz savaş, karşımıza virüs olarak çıkmış olabilir.
    
 Bir konu hakkında yazarken, genelde beni rahatsız eden, ilgimi çeken, motivasyon ve enerjimin olduğu şeyler hakkında yazmayı tercih ederim. Malum hayat denilen güzergâh öyle derin anlamlı, değişken ki bir günü diğerine uymuyor. Nasıl ki bedenimiz üzerinde bir hükmümüz yoksa, hayatın gidişatı üzerinde de küllî bir iradeye sahip değiliz. Tıpkı Fernando Pessoa’nın dediği gibi, “İnsan istemeden vardır ve istemeden ölecektir.”
    
 Bu yazıyı yazma sebebim “koronavirüs” (covid – 19) ile mecburi tanışıklığımız sonrası, dünyalılar olarak “ortak” küresel bir kadere düçar olmamız ve sonrasında gelişen olaylar…
    
Bir çoğumuz; Virüs adını ilk duyduğumuz zaman; önce anlamaya çalıştık, sonra gerçekdışı olarak değerlendirdik inanamadık, “dış güçlerin oyunu” gibi bilindik laflar ile komplo teorilerine başvurduk ve son olarak hastalık, ölüm haberlerinin çoğalması ve dünyada alınan ciddi önlemler sonucunda inanmaya başladık, sadece elektromikroskop ile görülen bu sinsi düşmanın (virüsün) varlığına.
    
İnsanlık tarihinde geçmiş salgınlara bakınca, adı konulmuş, onlarca virüs kaynaklı hastalık, milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. Günümüz dünyası için “uzay çağı, teknoloji, bilim, bilgi çağı” gibi nitelemelerde bulunulur. Örneğin İbn-i Sina 1037 yılında ölmüş, o dönemlerde de salgına karşı önlem olarak “karantina” uygulanmış. Günümüzde de halen, en iyi çözüm olarak karantina uygulanıyor.
    
Bu anlamda “bilgi, bilim, uzay çağındayız” diyerek günümüz dünyasını kutsayanlar, geçmiş yüzyıllar ile günümüz uzay ve bilgi çağını kıyaslayınca gelişmişliğin neresindeyiz?
    
Dünya üzerindeki kötülüklerden kaynaklı, birçok musibet geliyorken insanın başına, arlanmaz uslanmaz âdem (insan) oğlu bu duruma da birçok kılıf bulur, bulmuştur. Onlar bulmaya devam ededursunlar, ben yine de kendimce doğru bildiğim şeyleri söylemek istiyorum.
    
Küreselleşme çağındayız, dünya global bir köy olmuş. birkaç saat içinde dünyanın öbür ucuna gidebilen araçlar var. Kültürler, inançlar iç içe geçmiş, kötülükler dahi kendi ülkesinde kalmıyor. Yapılan kötülüklerin sonuçlarını, şu an yaşadığımız gibi, tüm dünya milletleri hep beraber çekiyoruz.
    
Küresel kötülülüklerimizin sonucunda küresel bir virüsümüz var artık. Virüs bize diyor ki: “Ey insan! İyi ol, temiz ol, haddini bil. İnsanların, hayvanların, bitkilerin yaşam alanlarını işgal etme. Eğer edersen; mâlum, küresel bir köydesin, yaptığın her kötülük bumerang gibi sana döner ve hayatını mahveder.”
   
Yazının başlığında “küresel kötülüklerimiz, küresel ölümlere neden oldu” demiştim. Bilim adamları koronavirüsün yarasa kaynaklı olduğu üzerinde mutabık gibiler. Bazıları diyor ki: “Çin hep yiyordu bu hayvanları, neden şimdi ortaya çıktı bu virüs? Okuduklarımıza, duyumlarımıza göre Çin’de zaten virüs kaynaklı hastalıklar oluyormuş, bu defa tüm küremizi etkilediği için haberdar olduk. Ve üstelik geçmişteki salgın hastalık tarihlerini ve nedenlerini araştırırsanız, veba, sars gibi, yine Çin kaynaklı olduğu yazar çoğu kaynakta.”
    
İnsanımsı zûlümler sonucunda bu günlerin ecrini tüm insanlık olarak ödüyoruz. Bu zûlümlerin, örneğin köpekleri, kedileri ve diğer hayvanları canlı canlı işkence yapıp pişirirken, dünyanın bir yerindeki insanlar, pek duyarlı (!) hayvan hakları savunucuları neredeler, nerede idiler.?
    
Kadim ülkeleri yerle bir edip, halklarını sersefil sokaklara salıp, yersiz, yurtsuz bırakıp mülteci konumuna sokarken “yeryüzü tanrıları”, “sebebini bilmediğimiz nedenlerden ötürü” nerede idiler, dünyanın geri kalanı olan izleyiciler? Neden yeter denilmedi?
    
Özetle; tüm dünya milletleri eşit ve adil bir hayata ulaşmadıkça, safahat içinde olanlar da rahat etmeyecektir. Bu sebepten hep beraber, tüm insanlık ve milletler olarak haksızlıklara tek yürek, tek sesle hep beraber, tüm dillerde HAYIR denilmelidir.
    
BİLGİLENDİRME AMAÇLI BİR NOT
     
Virüsler, hücresel bir yapıya sahip olmayan bulaşıcı ajanlardır. Virüsler hayatî fonksiyonlarını yerine getirmek için konakçının, canlılar (insan, hayvan, bitki) hücrelerine muhtaçtırlar. Virüs denilen şey, sadece canlı hücreleri enfekte eder.
     
Virüsler, Bakterilerden daha küçüktürler. Bu nedenle ışık mikroskobu altında görülmezler. Onları görebilmek için elektron mikroskobu gerekir. İkisi arasındaki boyut farkını daha iyi anlayabilmek için; bakteriyi bir araba olarak hayâl edersek, virüs, arabanın altında duran futbol topuna benzetilebilir. Bakteriler bazıları dost, bazıları düşman iken virüsler her daim düşmandır.
     
Bakteriler tek hücreli, mikroorganizma grubudur. Boyutları çok küçük olduğundan ışık ya da elektron mikroskobu altında görülebilirler. Vücûdumuz için hem faydalı hem zararlı olabilirler. Onlar, aklımıza gelebilecek her yerde varlık gösterirler. Havada, suda, toprakta hatta vücûdumuzun içinde.
    
Buna karşın bakteriler canlıdır. Virüs canlı değildir. Ölü de değildir. “Uygun koşullarda canlanabilen” bir varlıktır. Virüsler hiçbir zaman hayrımıza çalışmazlar. Virüslerle ilişkimiz tamamen istismara dayanır. Virüsler konakçı (canlı) olmadan çoğalamazlar. Bu yüzden bedenimizi bir çoğalma platformu olarak tamamen tüketene kadar kullanırlar. (1)
tubacck@hotmail.com