Avrupa’da Bir Ülke, İzlenimlerim
30/ 05/ 2009
Saat: 20.32
Stuttgart Almanya
Su an
trendeyim, karşımda eğitim için Almanya ya gelmiş kız kardeşim, elimde not
defterim gezip gördüğüm ve simdi geride kalan bir şehrin bende bıraktıklarını
kendimce analiz ediyorum.
Bu şehir
üzerimde neler bıraktı veya bana neler anlattı, kafamda oluşan resmin kritiğini
yapmak istiyorum kendimce ve yine kendime.
Burasıda
Almanya'nın diğer şehirleri gibi gelişmiş, ekonomisiyle, sanayisiyle, mimarisiyle,
sokak ve caddelerinin düzeni, temizliği ve ile gelişmişlik nasıl olur onu
gözlemliyorum.
Bunların dışında en önemlisi de insanların tavır ve davranışlarındaki rahatlık, sadelik. Genel manada baktığımda eğitim düzeyinin ileri seviyede olması, yasaların taviz vermez katiligi insanların tavır ve davranışlarına yansımış.
Bu ülke gibi
bu şehrin insanları da “çarpık” değil gibi. Bu durumdan sunu çıkarıyorum: çarpık
kentleşme diyoruz ya bazı şehirlere bakarken ve sonra o şehrin yöneticileri ile halkına göz atiğimiz zaman yöneticileri ve insanları da tıpkı
şehirleri gibi tavır ve davranışlarıyla çarpık.
Yâda mantıklı
bir nizama sahip olan bir şehirde ise hukuk, eğitim, ekonomi, adalet muhteşem
bir düzen içinde, ülkenin yöneticileri de bu düzenin bir memuru gibi mutedil,
halkada sirayet etmiş bu adil iklim.
Buradan su
sonuca varabiliriz; bir ülkede o ülkenin şehirlerini gözlemlerken o şehir yâda
ülkenin yönetenleri ve insanları hakkında da bilgi sahibi oluruz.
Çarpık bir şehirden
nasıl düzgün düşünen, hareket eden yöneticiler, mimarlar, mühendisler, insanlar bekleyebiliriz ki istisnalar hariç. “Görünen köy kılavuz istemez”
misali her şey ayan beyan bir şehrin siluetine serilmiş iken.
Eleştirmeden
önce çarpık şehirlerdeki çarpıklaşmış insan davranışlarını, ülkeyi, kenti o ülkenin ekonomik, kültürel,
sosyal, siyasal, sanatsal sermayelerini öğrenmek lazım.
Bir ülkede
bu sermayeler, fırsatlar halka adaletlice yayılmamışsa ve insanlar sınıfsal ayrıma
tabi tutuluyor, insanlar bilinçsiz ise o ülke insanlarını suçlayamayız suçlar isek insafsızlık olur
kanaatindeyim.
“İnsani yasat
ki devlet yaşasın” insanın müreffeh yaşayamadığı bir ülkede devlet nasıl
yasayabilir ki.
Bu anlamda Almanya” ya baktığım zaman düşünsel (felsefi) anlamda dünyaya mal olmuş birçok filozofun çıktığı bir ülke burası felsefenin adeta kalesi.
Düşünce sarraflarının
yasadığı ülke burası ve bu Felsefeci -filozofların Örneğin; Marx, Kant, Hegel,
Shiler, ve aklıma gelmeyen onlarca filozof ve düşünür, entelektüel bunlar
sadece teori üretmekle yetinmemişler. “Ütopya” demişler, “Güneş Devleti” demişler
ve ben şuan Almanya” da bu düşünürlerin ütopyalarının birçok manada gerçekleştiğini
görmekteyim.
İnsanların özgür,
rahat kimsenin bir başkasının en basit anlamıyla giyim tarzına, konuşmasına
aldırmadan (istisnalar hariç) kendilerine sunulan yasama adeta şükür getirerek, durumu
benimsemiş olarak yasadıklarını görüyorum.
Bu ekonomik refah, toplumsal düzen, sosyal devlet ilkesinin adilce dağılımı ve siyasetçilerinin dahi memur mantığıyla hareket etmesi nedeniyle; üçüncü dünya ülkeleri yâda geri kalmış veya gelişmekte olan ülke insanları bu ülkelerde yasayabilmek için her yolu deniyorlar.
Çarpıklığa izin vermeyen,
sıkı, denetimli, taviz vermez yasalarının verdiği güven nedeniyle.
Çoğu yasa
tanımaz ülkeler ve onların vatandaşları ise sınırları zorlayarak bu ülkelerde
yasamak için çok caba sarf ediyorlar.
Ve ben bugün
bu filozoflardan birinin evine gittim. Hegel Felsefe tarihinde yer edinmiş unlu
bir isim. Onun evini gezerken müthiş etkilendim. Çünkü 18 yüzyıl da yasamış bu
filozofun dünyaya yayılan fikirlerinin üretildiği evini görmek beni çok
etkiledi.
Ve bende onun
gibi, onlar gibi aydınca bir vizyon ile düşünmek istedim.
O yeteneğe
ve o sabra sahip olmak ve hatta onları bile aşmak istedim.
Ülkem adına
bir ütopya yazıp, onun gerçekleşebileceği hayallerine daldım tren bizi
menzilimize taşırken…